Books & Books Section by Ekrem Saltık
Türkiye'de Tayland Çalışmaları, 2021
Güney Asya’daki sömürge hareketlerinden tarih boyunca etkilenmemiş olan ve herhangi bir sömürge i... more Güney Asya’daki sömürge hareketlerinden tarih boyunca etkilenmemiş olan ve herhangi bir sömürge işgaline uğramayan Tayland’daki ilk siyasi yapılanma, 11. yüzyılda Güney Çin’den gelen halklar tarafından oluşturulmuştu. Bölgeye hâkim olan Khmer İmparatorluğu’na bağlı küçük krallıklardan biri olarak Tayland coğrafyasında kurulan Sukothai Krallığı, Khmerlerin zayıflamasıyla bölgedeki hâkimiyetini pekiştirmiş, bu devletin ardından Ayutthaya Krallığı bölgeye hâkim olmuştu. 16. Yüzyıldan itibaren sömürgeci devletlerin tehdidiyle karşı karşıya kalan söz konusu krallığın merkezi, Chakkri Hanedanlığı ile birlikte 18. yüzyılın son çeyreğinde kurulan Bangkok’a taşınmıştı. Söz konusu dönem, o sıralarda “Siyam” olarak adlandırılan bölge için de önemli bir milat noktası teşkil ediyor, Siyam’ın 19. yüzyılın başlarında Avrupalılar tarafından neredeyse tamamen kuşatılmasıyla eş zamanlı olarak uzun yıllara yayılan bir modernleşme süreci başlıyordu. İngiliz ve Fransızlarla yapılan mücadeleleri 1909 tarihli Anglo-Siyam Anlaşması’nı yaparak geride bırakan Siyam Krallığı, bazı Malay sultanlıklarını İngilizlere bırakmak zorunda kaldığı bu anlaşmayla, Malay Müslümanlarının da yaşadığı Satun ve Patani bölgelerini sınırlarına kattığı yeni bir coğrafi yapıya kavuşuyordu.
Yerleşik sosyofiziğin alt üst olduğu bir dönemin seçilmiş travması olan Harf İnkılâbı ile eş zama... more Yerleşik sosyofiziğin alt üst olduğu bir dönemin seçilmiş travması olan Harf İnkılâbı ile eş zamanlı olarak uygulamaya konulan inkılâpların neden olduğu devrim yaraları, bu yaralara sebep olan sembollerin sosyokültürel yaşamdaki gerçek hacminden bağımsız bir şekilde travmatize olmuştur. Harf İnkılâbı’nın ‘ulusu’ aydınlığa çıkardığı yahut tam tersine ‘milleti’ bir medeniyetin kültürel birikiminden mahrum bıraktığına dair değerlendirmeler, hiçbir zaman sadece söz konusu inkılâbın kendisiyle ilgili olmamıştır. Aslında yas süreçlerinde yaşanan travmaların, tarafların şimdiki zaman kazanımlarına etkisinden bağımsız olmayan bu değerlendirmeler, büyük yıkımlardan yara alan toplumların kolektif bilincinde çeşitli boyutlarda görülebilen marazlardan kaynaklanmaktadır. Harf İnkılâbı’na dair retorik, geçmişinde büyük yıkımlar ve yeniden ayağa kalmak için gösterilmiş kolektif fedakârlıklar olan toplumların, 'devrimci kriz' dönemlerinin ardından farklı geçmiş zaman sembollerine yükleyerek taşıdığı devrim yaralarından beslenmektedir. Bu zeminde Devrim Yarası adlı bu kitap, müsebbibi bir asır önce gerçekleştirilen bir harf değişikliği olarak gösterilen karmaşık bir hafıza kaybı ve travmatik bir geçmiş zaman tutulması yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecini Travma Sosyolojisi bağlamında ele almaktadır. Erken Cumhuriyet Dönemi sosyokültürel inkılâplarının, hedef aldığı tüm kurum ve kavramlarla birlikte ‘toplumsal bellek kaybı’ bağlamında yeniden ele alınmasıyla, ‘yitirilmiş cennet’ ya da ‘terkedilmiş cehennem’ gibi birbirinden çok farklı hatırlamaların miladı olan bir döneme dair, sosyopsikolojik açıdan yüzleştirerek iyileştiren kolektif bir ‘katarsis’ zemini sağlanması umulmaktadır.
Türkiye'de Vietnam Çalışmaları, 2021
Osmanlı imparatorluk yapısının sona ermesinden sonra farklı bir devlet yönetim şekliyle tarih sah... more Osmanlı imparatorluk yapısının sona ermesinden sonra farklı bir devlet yönetim şekliyle tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, 1923 yılının Ekim ayında gerçekleşmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih sahnesine çıkışına giden sürecin son dönemeci olan Millî Mücadele de dâhil, devletin Batı emperyalizmi karşısında verdiği çetin mücadelede, Anadolu coğrafyasındaki kadın hareketinin de büyük desteği olmuş, işgallere karşı protesto mitingleri düzenleyen Anadolu kadınları, bu süreçte farklı ülkelere haklı mücadelelerini duyuracak yazılar göndererek, dünya kamuoyunun desteğini kazanmaya çalışmışlardı. Emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde meşru bir siyasi örgütlenme metodu izleyerek, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’ni kuran Anadolu kadınları, Millî Mücadele’nin kazanılmasını takiben ülkedeki siyasi karar alma süreçlerinde aktif olarak yer alma konusundaki kararlılıklarını, Kadınlar Halk Fırkası adlı siyasi partinin kuruluşuyla ortaya koymuşlardı. Türkiye Cumhuriyeti demokrasi tarihinde “gizli oy, açık tasnif” sisteminin ilk kez uygulandığı 1950 seçimlerinden çıkan 472 milletvekili arasında, 3 kadın milletvekili de yer almış, Halide Edip Adıvar’ın bağımsız, Tezer Taşkın’ın Cumhuriyet Halk Partisi saflarında meclise girdiği bu seçimlerde, Demokrat Parti’den meclise seçilen tek kadın Milletvekili Hatice Nazlı Tlabar olmuştu.
Türkiye'de Singapur Çalışmaları - 1, 2020
Singapur’da yayınlanan The Straits Times gazetesinin 10 Kasım 1903 tarihli nüshasında, bir başkon... more Singapur’da yayınlanan The Straits Times gazetesinin 10 Kasım 1903 tarihli nüshasında, bir başkonsolosun önceki gece hükümet konağında gerçekleştirilen balodan dönerken geçirdiği kazadan bahsedilmişti. İngiliz Sömürge Bakanlığı Valisi tarafından İngiltere Kralı VII. Edward’ın doğum günü şerefine verilen resepsiyondan sonra gerçekleşen kazayı görerek yardıma koşan bir görgü tanığının gazeteye yansıyan ifadesine göre, devrilmek üzere olan faytondan atlayan bir kişi, kafasına aldığı darbe nedeniyle birkaç dakika içinde hayatını kaybetmişti. Singapur’da geniş yankı uyandıran haberlere konu olan bu kişi, bizzat valinin tahsis ettiği faytonun karıştığı trajik kazayla hayatını kaybeden ve Kasım 1901’den beri Osmanlı Devleti’nin Singapur Başkonsolosu olarak Güneydoğu Asya’da görev yapmakta olan Ahmed Ataullah Efendiydi.
Güney Afrika’daki ilk Osmanlı okulunu açan Ebubekir Efendi’nin oğlu olan Ataullah Efendi, buradaki yaşamı boyunca Malay ve Hint Müslümanlarıyla samimi ilişkiler kurmuştu. Bölgedeki nüfuzunun bir sonucu olarak Cape Town parlamentosuna seçilmek üzereyken, seçim yasasında gerçekleştirilen bir değişiklikle önü kapatılmış, bir süre sonra İstanbul’da “Gümüş Liyakat Madalyası” ile taltif edilmişti. Çok geçmeden Singapur Başkonsolosu olarak görevlendirilmiş, buradaki görevi sırasında Osmanlı Devleti adına gerçekleştirdiği diplomatik faaliyetleriyle hem Müslümanlar hem de yabancı ülkeleri temsilen ülkede bulunan yabancı devlet adamları arasında tıpkı Afrika’daki misyonundaki gibi saygın bir diplomat olarak kabul görmüştü. İki yıllık Singapur misyonunda, yerli halkın büyük sempatisini kazandığı bir sırada gerçekleşen bir kazayla aniden hayatını kaybetmiş olması, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Singapur’daki diplomatik temsilinin de sona ermesi anlamına geliyordu.
Yedi Kıta Dergisi, KİTAP EKİ, 2014
Uluslararası ilişkilerde 19. yüzyılın sonlarından itibaren artan gerilmeler, hiç beklenmedik bir ... more Uluslararası ilişkilerde 19. yüzyılın sonlarından itibaren artan gerilmeler, hiç beklenmedik bir zamanda 1914 yılının Haziran ayında, Alman birliği uğruna asırlarca Alman coğrafyasında kan dökmüş olan Avusturya’da, bir Sırp silah fabrikasında imal edilmiş bir silahla işlenen cinayetle neredeyse tüm dünya halklarına çarparak kopmuştu. Diplomasinin sona ererek yerini barut kokusuyla süngü parıltılarına bıraktığı buhran sırasında, Bismarck’ın önceki yüzyılın sonunda ardı ardına gerçekleştirdiği ittifaklar, Avrupa devletlerini birbirlerine karşı ister istemez müttefik ve düşman haline getirmiş, durum böyle olunca Avrupalı devletler bir anda kendilerini yıllardır beklemelerine rağmen aslında hiç hazır olmadıkları, gezegenin ilk dünya savaşının içinde bulmuşlardı. Birçok dünya ülkesinin katılımıyla 20. yüzyıla kadar yaşanmış en büyük askeri çatışma olan savaş, 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa'da başlamış, diğer kıtalardaki sömürgelere de yayılması nedeniyle 'Dünya Savaşı' ve 'Büyük Savaş' olarak adlandırılmıştı. I. Dünya Savaşı, Avrupa'da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan Krallığı ile İtilaf Devletleri diye adlandırılan Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusya İmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleri arasında gerçekleşmişti. Başlangıçta savaşın tarafları arasında yer almayan İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya sonradan İtilaf Devletleri tarafında savaşa dahil olacaktı. Milliyetçi hareketler, sömürge çatışmaları ve 19. yüzyıl sonlarında hızla gerçekleşen bloklaşmaların neden olduğu 1. Dünya savaşı, bir bakıma asırlardır devam eden sömürge politikalarının tıkanması sonrasında mevcut büyük Avrupalı devletlerin istenilen coğrafyayı dolaylı yollarla değil de, ataları olan ulusların asırlar önce de yaptığı gibi, doğrudan kan ve ateşle istila etmesiydi. Savaşa neden olan devletler 1914 ağustosunda ilk kanı dökmeye başladıklarında, yaklaşık bir asırdır feodal sistemi geride bırakıp, insan hak ve özgürlüklerini tanıyarak siyasal hayatı buna göre düzenlemeye başlamış olan örgütlü uluslararası toplumun da katili olacaklar, savaş sırasında tarihe gömülmeye çalışılacak olan Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluğunun topraklarında istikrarsız ulus devletler kurulacaktı. Avrupa'daki dört büyük devletin siyasi-askeri-ekonomik politikalarının tetiklediği çatışmalardan Avrupa ve diğer kıtalarda bulunan 25 devletin de etkilenmesiyle yayılan savaş, o zamana kadar görülmemiş ilk dünya savaşı olarak tarihe geçecek, her geçen gün daha geniş bir cepheye yayılan savaş, yaklaşık 4 yıl sürerek 1918 yılına kadar devam edecekti.
Yedi Kıta Dergisi, KİTAP EKİ, 2014
20. yüzyıl başlarında birçok dünya ülkesinin katılımıyla gerçekleşen ve o döneme kadar yaşanmış e... more 20. yüzyıl başlarında birçok dünya ülkesinin katılımıyla gerçekleşen ve o döneme kadar yaşanmış en büyük askeri çatışma olan I. Dünya Savaşının üzerinden henüz çeyrek asır geçmemişken patlak veren II. Dünya savaşı, huzursuzluklarla başlayan bir asrın, cinnet getiren insanoğlunun çığlık ve silah seslerine yeniden tanıklık edişiydi. Başlangıcı, savaşa neden olan ve yönlendiren büyük devletlerin stratejik hedefleri doğrultusunda gerçekleştirdikleri çatışmalarla aslında 1930'lu yılların başları olsa da Polonya'nın işgal edildiği 1 Eylül 1939 tarihinde resmen başlayan savaş, 6 yıl sürmüş, 100 milyondan fazla askerin katıldığı savaşın sonunda yaklaşık 48 milyonu sivil olmak üzere toplamda 70 milyonu aşkın insan hayatını kaybetmişti. Her geçen gün daha da büyüyerek dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinin katılımıyla yeni cephelere yayılan savaş boyunca Müttefik ve Mihver devletlerin birbirilerine karşı gizli silahlar ve akıl almaz taktiklerle saldırdığı 72 ay, bir tek kurşunun, bir mayının, paslı bir süngünün zaferle, yenilgiyi; onurla, onursuzluğu; özgürlükle, esareti ayırdığı, çoğunluğu Almanya olmak üzere savaşın yapıldığı ülkelere 3 buçuk milyon ton bombanın atılmasıyla sonuçlanan tarihin en kanlı savaşının yaşandığı sancılı bir dönem olmuştu. Tüm dünya ülkeleri gibi savaşa doğrudan katılmayan Türkiye'yi de olumsuz yönde etkileyen savaş boyunca Mihver ve Müttefik devletler arasında denge politikası kurmaya çalışan Türkiye farkında olmadan savaşın kaderini belirleyen bazı taktiklerin de müsebbibi olmuş, Sovyet lider Stalin, başlangıçta Türk Ordusunun Almanya'ya destek vermek için yapabileceği herhangi bir saldırıya karşı konumlandırdığı Kızıl Ordu birliklerini, Türkiye'den herhangi bir saldırı olmayacağı istihbaratını alması üzerine Türk sınırından Stalingrad cephesine sevk ederek Stalingrad'daki Sovyet zaferini elde etmişti. Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombalarının atıldığı o utanç günleri de dahil olmak üzere yaklaşık 2200 gün süren II. Dünya Savaşı, dünya tarihine nükleer silahların ilk defa kullanıldığı savaş olarak geçecek, Nazi Almanya'sının başlattığı cadı avının sonunda yaklaşık 6 milyon Yahudi'nin katledildiği ve savaşın kaderini değiştiren önemli olayların yaşandığı günler sonradan romanlara ve büyük bütçelerle çekilen sinema filmlerine konu edilecekti.
Yedi Kıta Dergisi, KİTAP EKİ, 2015
1915 yılının mart ayında, aslında bir yönüyle madde ile mananın, kadim ile modernin meydan savaşı... more 1915 yılının mart ayında, aslında bir yönüyle madde ile mananın, kadim ile modernin meydan savaşında nefesi boğazında düğümlenen dünyanın gözü Çanakkale'ye çevrilmişti. Çanakkale geçilirse, zaman ve mekandaki sınırları fiziki sınırlarını aşan bir devlet ve o devletle birlikte bir medeniyet duruşu ideolojik kalıntılarına dahi ulaşılamayacak bir şekilde tarihe gömülecek, Çanakkale gerçek anlamıyla bir devrin battığı yer olacaktı.
Çanakkale geçilirse, tarih boyunca defalarca kuşatılmış olmasına rağmen, II. Mehmet'in fethiyle, asırlar boyunca Asya halklarını temsilen, Asya halklarının baskın karakteri olarak Avrupa'nın karşısında durarak, Avrupa'nın hasmı, Avrupa'nın muhatabı olan Osmanlı devletine başkentlik yapan İstanbul da düşecek, İstanbul ve Marmara boğazlarının kontrol altına alınması müttefik Çarlık Rusyası'nın erzak temini ve askeri ikmal yolunu açmış olacaktı.
Çanakkale geçilirse, I. Dünya Savaşı'nın bizzat kurgulayıcılarından olan İngiltere'deki mevcut hükümet değişmemiş, Çarlık Rusyası çökmemiş ve Çanakkale geçilmesin diye toprağa düşen yüzbinlerce Osmanlı askerinin canı pahasına, pusuya düşürülmüş kadim bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış olacaktı.
100 yıl önce başlayıp, 62 hafta, 14 ay ve 1 yıldan fazla sürerek, dünya tarihinin kendinden önceki ilk büyük ve küresel çatışması olan I. Dünya Savaşı'nın gidişatına yön vererek birçok uzmana göre savaşın süresini dahi uzatan Çanakkale Savaşı, savaşa dahil olan bütün tarafların büyük kayıplar vermesine neden olmuş, kelimenin tam anlamıyla onlarca bir nesil, dolayısıyla koca bir gelecek toprağa gömülmüştü. Doğdukları toprakları terk ederek, binlerce kilometrelik bir deniz yolculuğunun ardından Çanakkale kıyılarına gelen yaklaşık yarım milyonluk itilaf ordusu yüz binlerce kayıp vererek pahalıya ödediği biz bozgun yaşayarak geri dönmüştü.
Denizden gelen şiddetli bir fırtınayı andıran İtilaf ordusuna karşı koyarak kısa sürede geçilebileceği düşünülen Çanakkale Boğazı'nda kan ve kemikten bir set ören Osmanlı ordusunun kaybı 250 bin kişiyi geçmişti. Çanakkale cephesinde şehit düşen Osmanlı askerlerinin çoğu hayatının baharındaki öğrenci ve münevverlerden oluşuyor, 432 gün süren Çanakkale Savaşı boyunca yaşanan her gün batımı aslında tarihe karışırken dahi ayakta dimdik durmaya çalışan ve maddeye manayı tercih eden kadim bir geleneğin son kıvılcımlarını beraberinde söndürüyordu.
Kaldırım Yayınları, 2013
“Batı’daki algı ciddi biçimde kötüye gidiyor. Yakında öyle bir suratımıza çarpacak ki, dehşet içi... more “Batı’daki algı ciddi biçimde kötüye gidiyor. Yakında öyle bir suratımıza çarpacak ki, dehşet içinde kalacağız” demişti bir arkadaşım. Gezi olaylarının özgün aktörü, laik burjuvazinin kendisine kamusal alanda yeni ve modern bir kanal bulan kısmıydı. Yıllardır demokrat, liberal olarak bilinen bazı kesimler, solcuların önemli bir kısmı, bazı camia ve cemaatler, elbette Kemalistler, ulusalcılar bir blok oluşturdu. Türkiye önce etnik sorunlarla uğraşırken ve onlarla ayrışmalar yaşarken, artık bugün daha postmodern meseleler üzerinden yeni çatışma alanlarıyla karşı karşıyaydı. Mademki, uluslararası bir güç merkezi olma hedefiniz var, tabii ki bundan rahatsız olan tüm güçler en ufak bir olayda aleyhinize tavırlar, operasyonlar ve yayınlarda bulunacaktı. İşte bu dip dalga, söz dinlemeyen, meydan okuyan ve artık yönetilmek istemeyen ülkelerde harekete geçiriliyordu. Oysa Batı için doğru strateji, yükselen Türkiye’yi partner olarak görmek, içine almak ve bu dinamizmden kendi lehlerine pay çıkarmaktı. Tek bir çağ vardı artık: Görünüşte, herkesi birbirine bağlayan ama gerçekte, fena hâlde uyutan ve yutan devasa bir küresel ağ. Batı türü bir hukuk devleti modeli hem seçmenlerinin önemli bir bölümü hem de Batı iktisat çevreleri tarafından talep edilirken, muhafazakâr politikaların devreye sokulmasını da yine seçmen istiyordu. Uluslararası basın ve yayın kuruluşlarının olayları sunuşu ve Batılı aktörlerin Türkiye’ye dönük eleştirileri, sürecin neredeyse ayrılmaz bir unsuru olarak ilerledi. Hadiselerle ilgili tüm referansların Batılı haber ajanslarından devşirilmesi, gelişmelerin algılanışı noktasında sınırlılıkları, önyargıları da beraberinde getiriyordu. Olayların hükümet karşıtı protestolara dönmesinin ardından oldukça kısa bir sürede ekonomimizde olumsuz gelişmeler yaşanmaya başladı. Yaşanan olaylarla ilgili yapılan değerlendirmelerin çoğu iç dinamikler arasındaki mücadele üzerinde yoğunlaşsa da bu durumun Arap Baharıyla bağlantılı olduğu aşikardı. Protestolar, Ortadoğu medyasında “Türkiye’nin bölgede model olma”, “İslam ile demokrasinin uyumlu olup olmadığı” şeklindeki uzun yıllara dayalı tartışmaları yeniden gündeme getirmişti. Gezi protestoları Körfez ülkelerinde de diğer pek çok Arap ülkesinde olduğu gibi halkların seçimleri sonucunda Ortadoğu’da kurulma aşamasında olan yeni düzenden memnun olmayan grupları da belirginleştirdi. Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Balkanlar’da da hem uluslararası medyanın söylemi takip edildi hem de bölgenin Türkiye’ye karşı “birikmiş” refleksleri ve endişeleri açığa çıktı. Gezi Parkı olayları, ABD’de de İslamcıların özgürlükçü bir demokrasi istemediklerinin ve ancak otoriter bir demokrasi yaratabileceklerinin delili olarak sunuldu. Olayların içerdiği şiddet ve saldırganlık genel bir ayaklanma provası olarak nitelendirilecek düzeyde oldu. Gezi olayları, faiz lobisinin eseri değildi, ama nihayet onların işine yarayacak şekilde sonuçlandı. “Beklenti Yönetimi” kavramını tüm ısrarlı anlatımlara rağmen gündemine bile almamış bir ülke olarak “Gezi” olaylarıyla karşılaşmamız, bu kavramın tartışılmasını ve devlette kurumsallaşmasını sağlar diye ümit edelim..
Gezi Olaylarıyla ilgili kalem oynatan birçok entelektüelin fabrika ayarlarına döndüğü akıl tutulması günlerini anlatan #direnDİPLOMASİ "Gezi Olayları, Dış Politika ve Küresel Komplo Teorileri" adlı bu kitap, arka kapağında bir araya gelen bütünün parçalarıyla bile çok şey söylüyor.
Kaldırım Yayınları, 2013
‘‘Neden gerçeği ortaya çıktğı halde, yalanlara inanmaya devam ediyoruz?’’ Newsweek dergisi, 2009 ... more ‘‘Neden gerçeği ortaya çıktğı halde, yalanlara inanmaya devam ediyoruz?’’ Newsweek dergisi, 2009 yılında ‘‘kitle imha yalanları’’ haberinde bu soruyu Buffalo Üniversitesi’nden sosyolog Steven Hoffman’a sormuştu. Mayıs ayının son günlerinde, Taksim’de başlayan küçük bir eylemin Türkiye gündemini işgal edeceğini herhalde kimse tahmin edemezdi.“Taksim Gezi Parkı Olayları”, demokrasi meselesi ekseninde değerlendiriliyor gibi görünse de, olayların hem muvafkları, hem muhalifleri daha derinlerde yatan bazı sosyolojik izahları es geçmiş oldular. ‘Müzakereci demokrasi’ ve/veya ‘katılımcı demokrasi’, Gezi Parkı eylemleri muhalefetiyle ifade edilen taleplerin çerçevesini oluşturan en derin kavramlar olarak dikkat çekti. Herşeyi büyük sözcüklerle anlatmaya, sıradan gündelik performanslara medeniyet inşası, yeni bir dünya kurma, ya da topyekün bir halkın kurtuluşu gibi olduğundan büyük anlamlar vermeye alışkın bir kamuoyu olduğu için karşımızda, hiç bir taraf küçük sözcükler kullanma yoluna gitmedi. İstanbul ve diğer kentlerde yaşananlar, romantizm kisvesi ile gizlenemeyecek bir patolojik haldi. Bir yandan ağaçların kesilmesi, diğer yandan da laik yaşam tarzına müdahale olduğu yönünde problem tanımlaması başarıyla yapılabilmişt. Ağaç kesimi tehdidi gerçek bile olsa, tepki çok abartılıydı çünkü Türkiye’de ilk kez ağaç kesilmediği gibi protestolara karşı polisin kullandığı ilk şiddet değildi. Gezi Parkı gösterilerinde kendilerine 90’lar kuşağı adı verilen gençler de önemli bir yer edindiler. Y Kuşağı ile ilgili “bu çocuklar çok zeki ve yaratıcı” ifadeleri bolca kullanıldı. Buna neredeyse hepimiz inanacaktık. Gezi Parkı’nda verilen mesajın kalıcı olmasını sağlayan sebeplerden önemli bir tanesi verilen mesajlarda mizahın kullanılması olmuştu. Gezi eylemcileri sosyal medya başta olmak üzere kendilerini ifade etikleri platformlarda başkaldırı olgusunu mistik bir çerçeve içerisinde formüle etmeye başladılar. Gezi’deki başkaldırının hedefni saptrmak ve sandıkta başaramadıkları iktdar değişikliğini gerçekleştrmek amacıyla olaya karışmaya yeltendiler. Gezi, bir devrime değil; ancak AKP’yi ilerleyen süreçte yeniden demokratik sulara çekmeye yönelik bir toplumsal muhalefete ön ayak olabilirdi. Eylemler, Türkiye’deki demokrasinin kişisel projeksiyonlardan kurumsallaşmaya doğru geçmesinin gerekliliğini vurgulayan en etkili toplumsal hareket haline geldi. Gezi Parkı’nın dili ‘buharlaşmanın dilidir’. Siyasal iletişimcilerin ve bazı akademik-jurnalistik yazarların Gezi Parkı dili üzerinden yaptığı entelektüel spekülâsyonlar koftur. Gezi olaylarına atfla toplumu siyah veya beyaz olarak ikiye ayırmaya gayret eden bir söylem evrenine itlmiş durumdayız. Farklılıklarımızla bir arada yaşamak için gereken demokratik alışkanlıkların kazanılması, çok merkezli bir demokratik siyasal hayata muhtaçtır. Gezi’ye katlanlara, seçkinci ruh halinin gerçek dünyaya uyum sağlamayı zorlaştrmaktan başka bir işe yaramadığını hatrlatp, reel gerçeklikle, zamanın-hayatn değişim yönüyle yüzleşmeyi tavsiye edelim. Gezi olayları bu şekilde okunduğunda elde neyi tartıştık ve neden bunlar oldu sorusunun, insanı boşlukta bırakan cevabı kalıyor. Sosyal bilimlere karşı rövanşist bir ruhla, medya-güç çarkının dişlisi olmayı mı tercih edeceğiz, yoksa analitk mesafeyi mi? Şimdi bahis budur.
Gezi Olaylarıyla ilgili kalem oynatan birçok sosyal bilimcinin fabrika ayarlarına döndüğü akıl tutulması günlerini anlatan #direnSOSYOLOJİ “Gezi Olaylarına Sosyolojik Bakışlar” kitabı, bütünün parçalarıyla bile çok şey söylüyor.
İbn Haldun Üniversitesi Yayınları, 2018
Hollanda sömürge güçlerinin Açe Darüsselam Sultanlığı topraklarını istilasını konu alan yayınlar ... more Hollanda sömürge güçlerinin Açe Darüsselam Sultanlığı topraklarını istilasını konu alan yayınlar Basîret Gazetesi'nin dördüncü ve yedinci yılları arasında yer almaktadır. Buna göre, bu konuyla ilgili ilk haber 16 Mart 18731 ve son haberin ise 12 Nisan 18762 tarihli olduğu anlaşılıyor. Bununla birlikte, söz konusu bu tarih aralıklarında bazı nüshaların eksik olduğu gibi, bazı kesintilerle yayınına 1908 yılına kadar devam eden Basîret’in savaşın ilk üç yılından sonraki yıllarına dair herhangi bir yayın yapıp yapmadığı tespit edilememiştir.
Osmanlı'nın Son Kilidi Çanakkale, 2014
Avustralya kamuoyunun Birinci Dünya Savaşı'na katılmak konusundaki isteksizliğinin sürdüğü 1915 y... more Avustralya kamuoyunun Birinci Dünya Savaşı'na katılmak konusundaki isteksizliğinin sürdüğü 1915 yılının ilk gününde, Avustralya'daki Broken Hill kasabasında kanlı bir terörist saldırısı gerçekleşmişti. Görgü tanıklarına göre masum sivilleri taşıyan bir piknik trenine saldıranlar, bir dondurma arabasına Türk bayrağı asmışlar ve Osmanlı askeri üniformaları giymişlerdi. İki saldırgan, pusuya düşürdükleri trene ateş açtıktan sonra kendilerine müdahale eden polis ekipleri ve milislerle de çatışmaya girmişler, olay yerinden kaçarken girdikleri bir çiftlik evinde kendilerini fark eden yaşlı bir görgü tanığını da yaralamışlardı. Zanlılardan biri çatışma sırasında, diğeri de yaralı olarak kaldırıldığı hastanede ölmüş birkaç gün sonra saldırganların pusuya yattıkları kayanın dibinde bir intihar notu bulunmuştu. Olay ertesi gün yayınlanan gazetelerde manşetlere çıkmış, " Türklerin Saldırısı " vurgusunun büyük puntolarla yapıldığı gazetelerde iki Türk'ün Avustralya'da bir piknik trenine saldırarak masum sivil insanları öldürdüğü yazılmıştı. 1915 yılının Ocak ayı boyunca yayınlanan Avustralya gazetelerinde, Broken Hill saldırısının ayrıntıları anlatılmış, masum sivilleri öldürmek cüretinde bulunan Müslüman Türklerden intikam alınması gerektiğine dair ateşli yazılar yayınlanmıştı. Broken Hill'de yaşanan terörist saldırı, I. Dünya savaşına soğuk bakan Avustralya kamuoyunda, Osmanlı devletine karşı bir nefret kıvılcımı olmuştu.
Açe, Endonezya, Malezya, Singapur, Japonya, Güney Kore ve Hindistan... Güney Asya ve Uzak Doğu'nu... more Açe, Endonezya, Malezya, Singapur, Japonya, Güney Kore ve Hindistan... Güney Asya ve Uzak Doğu'nun bu yedi ülkesi, yitik bir medeniyetin, Osmanlının izlerini hâlâ taşıyor. Bu ülkeler için Osmanlı bir devletin, Türkler ise bir milliyetin ifadesi değildi. Bilakis, onları hatıralarında hâlâ canlı olan ve bir ölçüde rafine ederek idealleştirdikleri bir inanç sisteminin ve bir medeniyet duruşunun temsilcisi olarak yüceltmişlerdi.
Elinizdeki kitap, bu diyarları bu izleri ve bu hatırayı bizatihî tesbit etmek üzere gidip görmüş bir yazarın kaleminden anlatıyor. Kitabın satırları arasında dolaşırken, bir "dünya medeniyeti" inşası için sorgulamadan yollara düşen yitik isimlerin, Anadolu'dan binlerce kilometre uzaklıktaki toprakların semalarında yankılanan selamlarını duyacaksınız..
"Yaklaşık iki yıl sürecek olan yoğun bir araştırma safhasından sonra, öncelikle Güney Asya ve Uzak Doğudaki 'Türk' algısının Türkiye'deki mevcut milliyetçi algılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içeriğe sahip olduğu sonucuna vardım. Güney Asya ve Uzak Doğu halklarının hafızasındaki "Türk" imgesi, asırlar boyunca Asya halklarını temsilen Avrupa'nın muhatabı ve hasmı olan Müslüman Türklere karşılık geliyordu. İstanbul ise, çağlar boyunca Güney Asya ve Uzak Doğu halklarının siyasî odağı haline gelmişti..."
(Tanıtım Bülteninden)
Academic Articles by Ekrem Saltık
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi (CTAD), 2021
Genç Düşünceler gazetesi, Erken Cumhuriyet Dönemi basın çalışmalarında Kocaeli merkezli gazeteler... more Genç Düşünceler gazetesi, Erken Cumhuriyet Dönemi basın çalışmalarında Kocaeli merkezli gazeteler arasında gösteriliyorsa da aslında İstanbul’da çıkarılan ve sayfalarında yer verilen bir yazı dizisi nedeniyle açılan “dini tahkir davası” sırasında kapatılan birkaç sayılık bir süreli yayındır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yaptırımlarına maruz kalmanın oldukça kolay olduğu siyasî bir atmosferde, dönem gazetelerinin rejim ve hükûmet politikalarını sayfalarına taşırlarken ifrat tefrit arasında savruldukları bir sırada yayın hayatına başlamış olan gazete, “gazetecilik” dışında kalan “şaibeli” yayın serüveninin yanı sıra, sayfalarındaki “coşkun güzelleme” dili ile de dikkat çekmektedir. Gazetenin toplamda birkaç nüshadan ibaret olan sayılarında yazı ve şiirlerine yer verilmiş olan yazarların birçoğunun sonradan Türk Edebiyatı ve Türk Siyasî tarihinde yeri olan önemli simalar olması şimdiye kadar üzerinde durulmayan bir meseledir. Aralarında örneğin, Kemalettin Kamu’nun Çankaya şiirinin de olduğu, Türk Edebiyatı ve siyasî tarihinde önemli yere sahip çeşitli yazarlara ait bazı edebî metinleri ilk defa yayınlamış olan gazetenin, Türkiye’deki süreli yayın arşivlerinde sadece 23 Mart 1928 ve 1 Kasım 1928 tarihlerine ait ilk iki sayısı mevcuttur. Genç Düşünceler’in kapanmasına neden olan yazı dizisinin sonraki haftalarda sürdürüldüğü tahmin edilmekteyse de şimdiye kadar 1 Kasım 1928’den sonraki nüshaların ya hiç yayınlanmadığı ya da bir şekilde günümüze kadar ulaşamadığı düşünülmüştür. Bu makale, Genç Düşünceler gazetesinin uzun araştırmalar sonunda gün yüzüne çıkarılan 14 Kasım 1928 ve 22 Kasım 1928 tarihli 3 ve 4. sayılarının keşfini Türk basın tarihine katkı sağlayacak olması bağlamında duyurarak, gazetenin yazar kadrosunda bulunan isimler ve Genç Düşünceler’deki yazılarını edebî, sanatsal ve siyasi kariyerleri bağlamında analiz etmek üzere hazırlanmıştır.
The “Genç Düşünceler” (Young Ideas) Newspaper: Lost Issues and Author Profiles
Although the Genc Dusunceler newspaper is shown among the Kocaeli based newspapers in the Early Republican Period press studies, it was a periodical publication with a limited number of issues that was in fact published in Istanbul and closed in the course of an “action of the defamation of religion" that was filed due to a series of articles published in its pages. In a political atmosphere where it was quite easy to incur the sanctions of the Law on the Maintenance of Order, the newspaper, which started its publishing life in a period when the newspapers of the era were brandishing between exaggeration and understatement while mentioning the policies of the regime and the government, it attracted attention with its “exuberantly praising” language in its pages alongside its “questionable” publication adventure outside “journalism”. The fact that many of the authors, whose articles and poems were included in the issues of the newspaper, which consisted of a few copies in total, subsequently became important figures in Turkish Literature and Turkish Political history has been a matter unmentioned until now. For example, they included Kemalettin Kamu’s poem "Cankaya" and some literary texts by various renowned authors in Turkish Literature and political history, which were published for the first time, and only the first two issues dated March 23, 1928 and November 1, 1928 are available in the periodical publication archives in Turkey. Although it is estimated that the article series that caused the closure of Genc Dusunceler was continued in the following weeks, it is until now considered that issues after November 1, 1928 were either not published at all or they have somehow not reached the present day. This paper has been prepared to analyze the names included in the author staff of the Genc Dusunceler newspaper and their articles in the context of their literary, artistic and political careers by announcing the discovery of its 3rd and 4th issues dated November 14, 1928 and November 22, 1928, which were unearthed after lengthy research, within the context of the contribution it will make to the history of Turkish journalism.
bilig, 2021
Sebîlürreşâd dergisi ve bu dergide yazan isimlerin ortaya çıkardığı zengin külliyat, birçok tarih... more Sebîlürreşâd dergisi ve bu dergide yazan isimlerin ortaya çıkardığı zengin külliyat, birçok tarihi ve sosyolojik çalışmaya kaynaklık etmektedir. Bu zengin külliyatın oluşmasına katkı sağlayan yazarlar hem dergideki yazıları hem de aksiyoner yaşamları bağlamında çeşitli çalışmalara konu edilmiş, birçoğunun müstakil birer biyografiye sahip olması sağlanmıştır. Derginin “Hindistan Muhabiri” olarak 1912 yılında Hindistan’a giden ve bölgede kaldığı yaklaşık iki yıl boyunca buradaki gözlemlerini aktardığı düzenli yazılar yazmış olan S. M. Tevfik’in, sahayla ilgili çalışmalarda mektuplarına en fazla atıf yapılan Sebîlürreşâd muhabiri olmasına rağmen, -çok zaman tam adı da dâhil olmak üzere- kim olduğu ve Sebîlürreşâd öncesi ve sonrasında nasıl bir yaşam sürdürdüğüne dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu makale, aslında XX. yüzyıl İslamcı matbuatının önemli bir aktörü ve emperyalizm karşıtı İran modernleşmesinin liderlerinden biri olan S. M. Tevfik’in çağına ilham veren bir düşünür, siyasetçi, stratejist ve teorisyen olarak şimdiye kadar farkına varılmamış biyografisini ve aksiyoner kimliğini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
Türkiyat Mecmuası, 2022
Coğrafi şekil ve konumundan dolayı “Hindistan’ın Gözyaşı” benzetmesi yapılarak, geçmişte Serendib... more Coğrafi şekil ve konumundan dolayı “Hindistan’ın Gözyaşı” benzetmesi yapılarak, geçmişte Serendib ve Seylan gibi farklı isimlerle adlandırılan Sri Lanka, oldukça yakın bir mesafede bulunduğu Hindistan’ın güneyindeki küçük bir ada devletidir. Toplam arazisinin %25’inin potansiyel mücevher barındırmasından dolayı “Hint Okyanusu’nun İncisi” yakıştırması da yapılan Sri Lanka’nın sosyokültürel derinliklerinde, Osmanlı tarihi bağlamında da farklı olan ilginç bir ilişkiler ağı ve geçmiş bulunmaktadır. Farklı azınlık ve dinlere mensup hetorojen bir nüfus yapısına sahip olan Sri Lanka’da yaşayan Moor Müslümanları, Osmanlı Devleti’nin adayla kurduğu ilişkilerin merkezinde yer almıştır. 19. yüzyılın ortalarından başlayarak Seylan Adası’na yerel halktan seçtiği kişileri temsilci olarak atayan Osmanlı Devleti adına Seylan’ın farklı şehirlerinde görev yapan şehbenderlerin bir kısmının ‘Türk Soyluluk’ iddiası taşıyan şecerelere sahip olması oldukça şaşırtıcıdır. Bu makale henüz hakkında nitelikli bir literatürün oluşmadığı Osmanlı – Seylan ilişkileri bağlamında, Seylan Müslümanlarının Osmanlı Devleti ve Türklerle kurduğu ünsiyet bağını analiz ederek, adadaki Türk soylu Sri Lankalılar meselesini literatürde ilk olacak şekilde tartışmaktadır.
Sosyoloji Divanı, 2022
Erken Cumhuriyet Dönemi'nde gerçekleştirilen sosyokültürel değişim ve dönüşümlerin ulus devlet sü... more Erken Cumhuriyet Dönemi'nde gerçekleştirilen sosyokültürel değişim ve dönüşümlerin ulus devlet sürecindeki yeri, imparatorluk yapısından cumhuriyet rejimine geçiş sürecinin toplumsal psikolojideki etkilerinden bağımsız olarak değerlendirilemez. Yerleşik sosyofiziğin alt üst olduğu bir dönem ve bu döneme dair hatırlamalarla eş zamanlı olarak uygulamaya konulan inkılâpların neden olduğu devrim yaraları, bu yaralara sebep olan sembollerin sosyokültürel yaşamdaki gerçek hacminden bağımsız bir şekilde travmatize olmuştur. Erken Cumhuriyet Dönemi'nde gerçekleştirilen sosyokültürel devrimlerin "ulusu" aydınlığa çıkardığı yahut tam tersine "milleti" bir medeniyetin kültürel birikiminden mahrum bıraktığına dair değerlendirmeler, hiçbir zaman sadece söz konusu devrimlerin kendisiyle ilgili olmamıştır. Aslında yas süreçlerindeki "öfke" ve "pazarlık" aşamalarında yaşanan travmaların, tarafların şimdiki zaman kazanımlarına etkisinden bağımsız olmayan bu değerlendirmeler, bilimsel ve istatistiki verilerden değil, devrimci krizlerden yara alan her toplumun kolektif bilincinde, çeşitli boyutlarda görülebilen marazlardan beslenmektedir. Erken Cumhuriyet Dönemi'ne dair retorik, geçmişinde büyük yıkımlar ve yeniden ayağa kalmak için gösterilmiş kolektif fedakârlıklar olan toplumların devrimci kriz dönemlerinin ardından farklı geçmiş zaman sembollerine yükleyerek taşıdığı bir devrim yarası olarak, sahiplerine, yas tutmakta olan bireylerin çevresinde oluşan, zamandan kopabilme konforunu da sağlamaktadır. Her toplumun farklı bir geçmiş zaman sembolüne 'ağıt' yakarak elde ettiği ve olan yahut olmuşla ilgili değil, olunamayan ve olunması gerekenlerle ilgili olan 'zamandan kopabilme konforu' da sağlamaktadır. Her toplumun farklı bir geçmiş zaman sembolüne 'ağıt' yakarak elde ettiği ve olan yahut olmuşla ilgili değil, olunamayan ve olunması gerekenlerle ilgili olan 'zamandan kopabilme konforu', yas süreçlerinin sağlıklı bir şekilde atlatılması açısından da işlevseldir. Bu konfor alanı, yaslı bünyeye, kayıpla yüzleşme, kaybın gerçek değeriyle hesaplaşma ve nihayet kaybı geçmişe uğurlayarak yeniden 'hayata dönme' imkânı sağlar. Ancak sosyokültürel yaşamının tamamını hedef alan bir devrimin yaralarıyla derinleşen 'Türk Tipi' travmada, bu konfor alanı, toplumun gerçeklikle bağlarını tamamen kopardığı bir karakter dönüşümüne neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, bir asır önce gerçekleşen rejim değişikliğiyle ilgili hatıralardan kaynaklanan 'geçmiş zaman tutulması' nedeniyle adeta bir 'tarih zehirlenmesi' yaşamaktadır. Söz konusu geçmiş zaman tutulmasının kaynağı olan dönemi yas süreçleri bağlamında ele alacak olan bu makale, imparatorluğun gidişinin kolektif hafızadaki bilinç dışı travmatik etkilerine yoğunlaşacaktır. Bu yaklaşım sayesinde "yitirilmiş cennet" ya da "terkedilmiş cehennem" gibi birbirinden çok farklı hatırlamaların miladı ve bir heyûlânın doğum süreci olan bir döneme dair, sosyopsikolojik açıdan iyileştirici bir katarsis zemini sağlanması umulmaktadır.
Türkiye Günlüğü, 2021
Afganistan’ın ücra köy ve kasabalarında yaşayan insanların birçoğu 9/11 saldırılarına dair haberl... more Afganistan’ın ücra köy ve kasabalarında yaşayan insanların birçoğu 9/11 saldırılarına dair haberleri, haftalar sonra duymuş, saldırılara ait görüntülerin tüm Afganistan’da bilinir hale gelmesi için aylar geçmesi gerekmişti. Afgan halkının dünya gündemiyle ilgili böylesine inanılmaz bir haber senkronizasyonu sorunu yaşaması, ülkedeki sosyoekonomik koşulların yanı sıra o dönemde iktidarda olan Taliban’ın, 9/11 saldırılarına dair haber ve görüntüleri yasaklamış olmasından da kaynaklanıyordu. Afgan halkının 9/11 saldırıları kadar, saldırıların hemen ardından ortaya atılan ve kapsamı her geçen gün daha da genişleyen komplo teorilerinden haberdar olması da oldukça uzun sürmüştü.
Afganistan coğrafyasını eşine az rastlanır kaotik bir uluslararası müdahalenin savaş alanına çeviren 9/11 saldırıları, Afgan halkının kolektif belleği ve sosyokültürel kodlarında, geçmişi asırlar öncesine uzanan kaotik
bir istila fırtınasının yepyeni dalgalarından birinin kıvılcımıydı aslında. 9/11 Saldırıları, Asya kıtasının kalbindeki coğrafi konumuyla asırlardır çeşitli devletlerce tahrip edildikten sonra, sömürgecilik fırtınası başladığında İngiltere ve Rusya tarafından işgal edilmiş olan Afganistan’ın, bu defa Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliğindeki askeri bir koalisyonca işgal edilmesine ortam hazırlamıştı. Afganistan coğrafyasını 21. yüzyılın şafağında adeta bir “gayya kuyusu” haline getiren bu yeni işgal süreci, ülkedeki siyasi tarih açısından farklı, sosyokültürel ve sosyopsikolojik açıdan farklı sonuçlar doğuracaktı.
Türkiyat Mecmuası, 2020
Hint Okyanusunda bulunan ve tarihi kayıtlardaki adı Serendib olarak da geçen Sri Lanka, çeyrek as... more Hint Okyanusunda bulunan ve tarihi kayıtlardaki adı Serendib olarak da geçen Sri Lanka, çeyrek asır öncesine kadar Seylan adıyla biliniyordu. Sri Lanka adını ülkedeki Sinhala-Tamil gerginliğinin silahlı çatışmalara dönüştüğü süreçte alan ve Hindistan’a oldukça yakın bir mesafede bulunan Seylan, tarih boyunca Batı Asya, Çin ve Uzakdoğu güzergâhındaki işlek deniz yollarında gerçekleştirilen uluslararası ticaretin önemli aktörlerinden biri olmuştu. Coğrafi şekil ve konumundan dolayı “Hindistan’ın Gözyaşı” olarak da anılan Seylan, hakkındaki bir diğer nitelendirme olan “Hint Okyanusunun İncisi” benzetmesini toplam arazisinin %25’inin potansiyel mücevher barındırmasına borçluydu. Başkenti Kolombo olan Seylan, tarihsel ve coğrafi derinliklerinde dünya ve Osmanlı tarihi açısından da önemli olan köklü bir geçmiş ve ilginç bir ilişkiler ağına sahipti. Bu küçük ada ülkesindeki siyasi ve ekonomik süreçler, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılın son çeyreğinde bölgeyle kurduğu ilişkilerin de zemini olmuş, II. Abdülhamid’in kendinden önce zaten “şehbenderlik” bağlamında temasa geçilmiş olan Seylan Adasına yapacağı yeni atamalarda, bölgenin sosyokültürel hiyerarşisine nüfuz edebilecek seçimler yapılmıştı.
Türk Kütüphaneciliği Dergisi, Jun 29, 2020
Osmanlı kitap ve kütüphane kültürü, söz konusu olan II. Meşrutiyet Dönemi olduğunda, genellikle A... more Osmanlı kitap ve kütüphane kültürü, söz konusu olan II. Meşrutiyet Dönemi olduğunda, genellikle Ali Emîrî Efendi gibi sembol isimlerin öne çıktığı, ama “Mecânîn-i Kütüp” ya da “Muhibbân-ı Kütüp” gibi sıfatların yakıştırıldığı birçoğu bilinmeyen çok sayıda aktörün katkıda bulunduğu bir sahadır. Modern literatürde “kitap delisi” anlamında kullanılan “bibliyoman” ve “kitap sever” anlamındaki “bibliyofil” terimlerine karşılık gelen bu sıfatlarla anılabilecek bazı isimler, kitap ve kütüphane merkezli yaşamlarıyla Osmanlı kültür tarihine mütevazi katkılarda bulunmuştur. Kitaplarla kurdukları ilişkileri, Muhibbân-ı Kütüplük seviyesinde olan isimlerin bazıları, kitap peşinde geçen yaşamlarıyla, tarihe mâl olmuş ama fiziki varlıkları zamanla efsaneleşmiş hale gelen bazı kitapları tesadüfen de olsa bularak yeniden hayata döndürmüştür. Bilinçli bir kitapseverlik ve koleksiyonerliğe karşılık gelen bir ifade olan Muhibbân-ı Kütüp sıfatını hak eden bu isimlerin bazıları, sahip oldukları çoklu dil yeteneği ve uzak coğrafyalara seyahat imkânlarıyla, kitaplara vakfettikleri yaşamlarının zengin birer özeti olan irili ufaklı kütüphaneler kurmuştur. Bu kişi ve kütüphanelerin bazıları biliniyorsa da bazıları farklı sebeplerle çeşitli dönemlerde ya unutulmuş ya da hiç fark edilmemiştir. Bu zeminde kendi kuşağının en meşhur kitap uzmanlarından biri ve oldukça zengin bir kişisel kütüphane sahibi olan bir gazeteciyi merkeze alacak olan bu makale, Osmanlı basın tarihine Sebîlürreşâd dergisindeki seyahat yazılarıyla dâhil olan S. M. Tevfik’in bilinmeyen bir yönünü ve sahip olduğu zengin kütüphanesini gündeme getirecektir. II. Meşrutiyet Döneminde gerek kitap uzmanlığı ve gerekse kütüphanesiyle çok uluslu bir üne sahip olmasına rağmen şimdilerde adı unutulmuş olan S. M. Tevfik’in hem gazetecilik hem de kitap koleksiyonerliği anlamında aksiyoner olan yaşamının kitap ve kütüphane kültürüne katkısı bağlamında ele alınmasıyla, Türk kitap ve kütüphane tarihinin kayıp halkalarından birinin daha gün yüzüne çıkarılması umulmaktadır.
Portrait of a Journalist as 'Muhibbân-ı Kütüp' and S. M. Tawfiq Library
The bibliophile culture is the Ottoman Empire is usually associated with the names such as Ali Emîrî Efendi as an iconic figure in The Second Constitution Period. Yet, the attributions such a Mecânîn-i Kütüp [Those who are madly in love with the books] or, “Muhibbân-ı Kütüp” [Book Lovers], can be used to describe a great many cultural activists that are generally unknown in academic circles. In modern literature, the figures who can be explained by the term’s bibliophile and biblioman has been recognized and appreciated moderately for the role they have played in the prospering of book and library culture. The ones whose intimate relationship with the books have led to their financial ruins and eternal appreciation from history. Only a handful of such figures have got the opportunity to be revived from the annals of history due to recent scholarships. Many of these respectable figures have enriched their libraries and private book collections with extraordinary zest and determination, acquiring vast linguistic knowledge and undertaking extensive voyages in the old world. Thus, they earned the right to be called bibliophile. Most of these scholars, their heroic endeavors, and precious collections have joined the annals of history, except for a handful of few. This current paper is an attempt to revive and recognize one of the greatest bibliophiles of the period, S. M. Tawfiq whose contribution to Ottoman publication in Sebîlürreşâd journal as a travel writer had earned him fame in publication circles, yet, his other contribution to book culture, namely his book collection, has received insufficient attention so far. This current paper is an attempt to pay the due tribute to the man whose expertise on books, along with his insatiable love of knowledge, his journalism, and his outstanding book collection had contributed immensely to the prospering of book culture in The Second Constitution Period. This paper hopes to provide S. M. Tawfiq with the recognition that he certainly deserved.
PESA Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2016
Bu çalışmanın amacı Osmanlı topraklarında Rum ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu yerlere ayrı bir ilg... more Bu çalışmanın amacı Osmanlı topraklarında Rum ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu yerlere ayrı bir ilgi göstermiş olan Amerikan Board misyonerlerinin, buralarda sürdürdükleri bölgesel faaliyetleri Adapazarı ve Laura Farnham özelinde ele almaktır. Bu bağamda zamanla Ermenilerin asıl hedef kitle haline gelmesiyle birlikte Ermeni nüfusun bulunduğu çeşitli yerleşim yerlerinde dış istasyonlar teşkil eden Amerikan Board teşkilatına dair bilgiler verilecektir. Teşkilatın dış istasyonlarından biri de önemli bir Ermeni nüfusunu barındıran Adapazarı olmuştur. Adapazarı, İzmit Sancağı içerisinde Ermenilerin yaşadığı bölgelerden biridir. Buradaki Ermenileri etkileyebileceklerini anlayan Board misyonerleri özellikle 1840 yılından sonra buradaki faaliyetlerini hızlandırmışlardır. Adapazarı'nda açtıkları kilise ve okullar ile misyonerlik çalışmalarını sürdürmüşlerdir. 1885 yılında açtıkları Ermeni Kız Okulu ise Amerikan Board'un kız okulları içerisinde adından söz ettirir hale gelmiştir. Bu okulun kurucu müdürü olan Laura Farnham, Adapazarı'ndaki okulu yönettiği yıllar boyunca kendisinin mezun olduğu Mt. Holyoke İlahiyat Okulu'nun geleneğini sürdürmüştür. Bayan Farnham, Mt. Holyoke geleneği gereği başarılı okul mezunlarını Ermeni Kız Lisesine öğretmen olarak istihdam edilmesini sağlamış, 25 yılı kurucu müdür olmak üzere toplamda 38 yıl sürecek olan faaliyetleri 1910 yılında sona ermiştir.
Abstract
The aim of this study to examine continuing regional activities of American Board missioners in detail who showed distinct interest in the places where Greek and Armenian population were intensive in Ottoman lands in the context of Adapazarı and Laura Farnham. In this context, an information will be given about American Board Organisation that constitued outer stations in various places where Armenian population is located when they become a main target in time. Adapazarı, where an important population of Armanians were living, had been an outer station of the organisation. Adapazarı is one of the regions of Izmit district inhabited by Armenians. Board missioners accelerate their activities after they understood that they could affect the Armenians in the area, especially after 1840. They continued missionary activities with churches and schools they opened in Adapazarı. Armenian School for Girls, which was opened in 1885, become popular amongst girls' schools of American Board. Laura Farnham, who was the founder director of the school, managed to continue the tradition of the Mt. Holyoke School of Theology where she were graduated from. As a tradition of Mt. Heyoke Ms Farnham deployed all the successfull students graduated from the school in Armenian Girls High Scool, her activities, 25 years as a founder director, which will have taken 38 years in total, ended in 1910.
Uploads
Books & Books Section by Ekrem Saltık
Güney Afrika’daki ilk Osmanlı okulunu açan Ebubekir Efendi’nin oğlu olan Ataullah Efendi, buradaki yaşamı boyunca Malay ve Hint Müslümanlarıyla samimi ilişkiler kurmuştu. Bölgedeki nüfuzunun bir sonucu olarak Cape Town parlamentosuna seçilmek üzereyken, seçim yasasında gerçekleştirilen bir değişiklikle önü kapatılmış, bir süre sonra İstanbul’da “Gümüş Liyakat Madalyası” ile taltif edilmişti. Çok geçmeden Singapur Başkonsolosu olarak görevlendirilmiş, buradaki görevi sırasında Osmanlı Devleti adına gerçekleştirdiği diplomatik faaliyetleriyle hem Müslümanlar hem de yabancı ülkeleri temsilen ülkede bulunan yabancı devlet adamları arasında tıpkı Afrika’daki misyonundaki gibi saygın bir diplomat olarak kabul görmüştü. İki yıllık Singapur misyonunda, yerli halkın büyük sempatisini kazandığı bir sırada gerçekleşen bir kazayla aniden hayatını kaybetmiş olması, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Singapur’daki diplomatik temsilinin de sona ermesi anlamına geliyordu.
Çanakkale geçilirse, tarih boyunca defalarca kuşatılmış olmasına rağmen, II. Mehmet'in fethiyle, asırlar boyunca Asya halklarını temsilen, Asya halklarının baskın karakteri olarak Avrupa'nın karşısında durarak, Avrupa'nın hasmı, Avrupa'nın muhatabı olan Osmanlı devletine başkentlik yapan İstanbul da düşecek, İstanbul ve Marmara boğazlarının kontrol altına alınması müttefik Çarlık Rusyası'nın erzak temini ve askeri ikmal yolunu açmış olacaktı.
Çanakkale geçilirse, I. Dünya Savaşı'nın bizzat kurgulayıcılarından olan İngiltere'deki mevcut hükümet değişmemiş, Çarlık Rusyası çökmemiş ve Çanakkale geçilmesin diye toprağa düşen yüzbinlerce Osmanlı askerinin canı pahasına, pusuya düşürülmüş kadim bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış olacaktı.
100 yıl önce başlayıp, 62 hafta, 14 ay ve 1 yıldan fazla sürerek, dünya tarihinin kendinden önceki ilk büyük ve küresel çatışması olan I. Dünya Savaşı'nın gidişatına yön vererek birçok uzmana göre savaşın süresini dahi uzatan Çanakkale Savaşı, savaşa dahil olan bütün tarafların büyük kayıplar vermesine neden olmuş, kelimenin tam anlamıyla onlarca bir nesil, dolayısıyla koca bir gelecek toprağa gömülmüştü. Doğdukları toprakları terk ederek, binlerce kilometrelik bir deniz yolculuğunun ardından Çanakkale kıyılarına gelen yaklaşık yarım milyonluk itilaf ordusu yüz binlerce kayıp vererek pahalıya ödediği biz bozgun yaşayarak geri dönmüştü.
Denizden gelen şiddetli bir fırtınayı andıran İtilaf ordusuna karşı koyarak kısa sürede geçilebileceği düşünülen Çanakkale Boğazı'nda kan ve kemikten bir set ören Osmanlı ordusunun kaybı 250 bin kişiyi geçmişti. Çanakkale cephesinde şehit düşen Osmanlı askerlerinin çoğu hayatının baharındaki öğrenci ve münevverlerden oluşuyor, 432 gün süren Çanakkale Savaşı boyunca yaşanan her gün batımı aslında tarihe karışırken dahi ayakta dimdik durmaya çalışan ve maddeye manayı tercih eden kadim bir geleneğin son kıvılcımlarını beraberinde söndürüyordu.
Gezi Olaylarıyla ilgili kalem oynatan birçok entelektüelin fabrika ayarlarına döndüğü akıl tutulması günlerini anlatan #direnDİPLOMASİ "Gezi Olayları, Dış Politika ve Küresel Komplo Teorileri" adlı bu kitap, arka kapağında bir araya gelen bütünün parçalarıyla bile çok şey söylüyor.
Gezi Olaylarıyla ilgili kalem oynatan birçok sosyal bilimcinin fabrika ayarlarına döndüğü akıl tutulması günlerini anlatan #direnSOSYOLOJİ “Gezi Olaylarına Sosyolojik Bakışlar” kitabı, bütünün parçalarıyla bile çok şey söylüyor.
Elinizdeki kitap, bu diyarları bu izleri ve bu hatırayı bizatihî tesbit etmek üzere gidip görmüş bir yazarın kaleminden anlatıyor. Kitabın satırları arasında dolaşırken, bir "dünya medeniyeti" inşası için sorgulamadan yollara düşen yitik isimlerin, Anadolu'dan binlerce kilometre uzaklıktaki toprakların semalarında yankılanan selamlarını duyacaksınız..
"Yaklaşık iki yıl sürecek olan yoğun bir araştırma safhasından sonra, öncelikle Güney Asya ve Uzak Doğudaki 'Türk' algısının Türkiye'deki mevcut milliyetçi algılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içeriğe sahip olduğu sonucuna vardım. Güney Asya ve Uzak Doğu halklarının hafızasındaki "Türk" imgesi, asırlar boyunca Asya halklarını temsilen Avrupa'nın muhatabı ve hasmı olan Müslüman Türklere karşılık geliyordu. İstanbul ise, çağlar boyunca Güney Asya ve Uzak Doğu halklarının siyasî odağı haline gelmişti..."
(Tanıtım Bülteninden)
Academic Articles by Ekrem Saltık
The “Genç Düşünceler” (Young Ideas) Newspaper: Lost Issues and Author Profiles
Although the Genc Dusunceler newspaper is shown among the Kocaeli based newspapers in the Early Republican Period press studies, it was a periodical publication with a limited number of issues that was in fact published in Istanbul and closed in the course of an “action of the defamation of religion" that was filed due to a series of articles published in its pages. In a political atmosphere where it was quite easy to incur the sanctions of the Law on the Maintenance of Order, the newspaper, which started its publishing life in a period when the newspapers of the era were brandishing between exaggeration and understatement while mentioning the policies of the regime and the government, it attracted attention with its “exuberantly praising” language in its pages alongside its “questionable” publication adventure outside “journalism”. The fact that many of the authors, whose articles and poems were included in the issues of the newspaper, which consisted of a few copies in total, subsequently became important figures in Turkish Literature and Turkish Political history has been a matter unmentioned until now. For example, they included Kemalettin Kamu’s poem "Cankaya" and some literary texts by various renowned authors in Turkish Literature and political history, which were published for the first time, and only the first two issues dated March 23, 1928 and November 1, 1928 are available in the periodical publication archives in Turkey. Although it is estimated that the article series that caused the closure of Genc Dusunceler was continued in the following weeks, it is until now considered that issues after November 1, 1928 were either not published at all or they have somehow not reached the present day. This paper has been prepared to analyze the names included in the author staff of the Genc Dusunceler newspaper and their articles in the context of their literary, artistic and political careers by announcing the discovery of its 3rd and 4th issues dated November 14, 1928 and November 22, 1928, which were unearthed after lengthy research, within the context of the contribution it will make to the history of Turkish journalism.
Afganistan coğrafyasını eşine az rastlanır kaotik bir uluslararası müdahalenin savaş alanına çeviren 9/11 saldırıları, Afgan halkının kolektif belleği ve sosyokültürel kodlarında, geçmişi asırlar öncesine uzanan kaotik
bir istila fırtınasının yepyeni dalgalarından birinin kıvılcımıydı aslında. 9/11 Saldırıları, Asya kıtasının kalbindeki coğrafi konumuyla asırlardır çeşitli devletlerce tahrip edildikten sonra, sömürgecilik fırtınası başladığında İngiltere ve Rusya tarafından işgal edilmiş olan Afganistan’ın, bu defa Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliğindeki askeri bir koalisyonca işgal edilmesine ortam hazırlamıştı. Afganistan coğrafyasını 21. yüzyılın şafağında adeta bir “gayya kuyusu” haline getiren bu yeni işgal süreci, ülkedeki siyasi tarih açısından farklı, sosyokültürel ve sosyopsikolojik açıdan farklı sonuçlar doğuracaktı.
Portrait of a Journalist as 'Muhibbân-ı Kütüp' and S. M. Tawfiq Library
The bibliophile culture is the Ottoman Empire is usually associated with the names such as Ali Emîrî Efendi as an iconic figure in The Second Constitution Period. Yet, the attributions such a Mecânîn-i Kütüp [Those who are madly in love with the books] or, “Muhibbân-ı Kütüp” [Book Lovers], can be used to describe a great many cultural activists that are generally unknown in academic circles. In modern literature, the figures who can be explained by the term’s bibliophile and biblioman has been recognized and appreciated moderately for the role they have played in the prospering of book and library culture. The ones whose intimate relationship with the books have led to their financial ruins and eternal appreciation from history. Only a handful of such figures have got the opportunity to be revived from the annals of history due to recent scholarships. Many of these respectable figures have enriched their libraries and private book collections with extraordinary zest and determination, acquiring vast linguistic knowledge and undertaking extensive voyages in the old world. Thus, they earned the right to be called bibliophile. Most of these scholars, their heroic endeavors, and precious collections have joined the annals of history, except for a handful of few. This current paper is an attempt to revive and recognize one of the greatest bibliophiles of the period, S. M. Tawfiq whose contribution to Ottoman publication in Sebîlürreşâd journal as a travel writer had earned him fame in publication circles, yet, his other contribution to book culture, namely his book collection, has received insufficient attention so far. This current paper is an attempt to pay the due tribute to the man whose expertise on books, along with his insatiable love of knowledge, his journalism, and his outstanding book collection had contributed immensely to the prospering of book culture in The Second Constitution Period. This paper hopes to provide S. M. Tawfiq with the recognition that he certainly deserved.
Abstract
The aim of this study to examine continuing regional activities of American Board missioners in detail who showed distinct interest in the places where Greek and Armenian population were intensive in Ottoman lands in the context of Adapazarı and Laura Farnham. In this context, an information will be given about American Board Organisation that constitued outer stations in various places where Armenian population is located when they become a main target in time. Adapazarı, where an important population of Armanians were living, had been an outer station of the organisation. Adapazarı is one of the regions of Izmit district inhabited by Armenians. Board missioners accelerate their activities after they understood that they could affect the Armenians in the area, especially after 1840. They continued missionary activities with churches and schools they opened in Adapazarı. Armenian School for Girls, which was opened in 1885, become popular amongst girls' schools of American Board. Laura Farnham, who was the founder director of the school, managed to continue the tradition of the Mt. Holyoke School of Theology where she were graduated from. As a tradition of Mt. Heyoke Ms Farnham deployed all the successfull students graduated from the school in Armenian Girls High Scool, her activities, 25 years as a founder director, which will have taken 38 years in total, ended in 1910.
Güney Afrika’daki ilk Osmanlı okulunu açan Ebubekir Efendi’nin oğlu olan Ataullah Efendi, buradaki yaşamı boyunca Malay ve Hint Müslümanlarıyla samimi ilişkiler kurmuştu. Bölgedeki nüfuzunun bir sonucu olarak Cape Town parlamentosuna seçilmek üzereyken, seçim yasasında gerçekleştirilen bir değişiklikle önü kapatılmış, bir süre sonra İstanbul’da “Gümüş Liyakat Madalyası” ile taltif edilmişti. Çok geçmeden Singapur Başkonsolosu olarak görevlendirilmiş, buradaki görevi sırasında Osmanlı Devleti adına gerçekleştirdiği diplomatik faaliyetleriyle hem Müslümanlar hem de yabancı ülkeleri temsilen ülkede bulunan yabancı devlet adamları arasında tıpkı Afrika’daki misyonundaki gibi saygın bir diplomat olarak kabul görmüştü. İki yıllık Singapur misyonunda, yerli halkın büyük sempatisini kazandığı bir sırada gerçekleşen bir kazayla aniden hayatını kaybetmiş olması, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Singapur’daki diplomatik temsilinin de sona ermesi anlamına geliyordu.
Çanakkale geçilirse, tarih boyunca defalarca kuşatılmış olmasına rağmen, II. Mehmet'in fethiyle, asırlar boyunca Asya halklarını temsilen, Asya halklarının baskın karakteri olarak Avrupa'nın karşısında durarak, Avrupa'nın hasmı, Avrupa'nın muhatabı olan Osmanlı devletine başkentlik yapan İstanbul da düşecek, İstanbul ve Marmara boğazlarının kontrol altına alınması müttefik Çarlık Rusyası'nın erzak temini ve askeri ikmal yolunu açmış olacaktı.
Çanakkale geçilirse, I. Dünya Savaşı'nın bizzat kurgulayıcılarından olan İngiltere'deki mevcut hükümet değişmemiş, Çarlık Rusyası çökmemiş ve Çanakkale geçilmesin diye toprağa düşen yüzbinlerce Osmanlı askerinin canı pahasına, pusuya düşürülmüş kadim bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış olacaktı.
100 yıl önce başlayıp, 62 hafta, 14 ay ve 1 yıldan fazla sürerek, dünya tarihinin kendinden önceki ilk büyük ve küresel çatışması olan I. Dünya Savaşı'nın gidişatına yön vererek birçok uzmana göre savaşın süresini dahi uzatan Çanakkale Savaşı, savaşa dahil olan bütün tarafların büyük kayıplar vermesine neden olmuş, kelimenin tam anlamıyla onlarca bir nesil, dolayısıyla koca bir gelecek toprağa gömülmüştü. Doğdukları toprakları terk ederek, binlerce kilometrelik bir deniz yolculuğunun ardından Çanakkale kıyılarına gelen yaklaşık yarım milyonluk itilaf ordusu yüz binlerce kayıp vererek pahalıya ödediği biz bozgun yaşayarak geri dönmüştü.
Denizden gelen şiddetli bir fırtınayı andıran İtilaf ordusuna karşı koyarak kısa sürede geçilebileceği düşünülen Çanakkale Boğazı'nda kan ve kemikten bir set ören Osmanlı ordusunun kaybı 250 bin kişiyi geçmişti. Çanakkale cephesinde şehit düşen Osmanlı askerlerinin çoğu hayatının baharındaki öğrenci ve münevverlerden oluşuyor, 432 gün süren Çanakkale Savaşı boyunca yaşanan her gün batımı aslında tarihe karışırken dahi ayakta dimdik durmaya çalışan ve maddeye manayı tercih eden kadim bir geleneğin son kıvılcımlarını beraberinde söndürüyordu.
Gezi Olaylarıyla ilgili kalem oynatan birçok entelektüelin fabrika ayarlarına döndüğü akıl tutulması günlerini anlatan #direnDİPLOMASİ "Gezi Olayları, Dış Politika ve Küresel Komplo Teorileri" adlı bu kitap, arka kapağında bir araya gelen bütünün parçalarıyla bile çok şey söylüyor.
Gezi Olaylarıyla ilgili kalem oynatan birçok sosyal bilimcinin fabrika ayarlarına döndüğü akıl tutulması günlerini anlatan #direnSOSYOLOJİ “Gezi Olaylarına Sosyolojik Bakışlar” kitabı, bütünün parçalarıyla bile çok şey söylüyor.
Elinizdeki kitap, bu diyarları bu izleri ve bu hatırayı bizatihî tesbit etmek üzere gidip görmüş bir yazarın kaleminden anlatıyor. Kitabın satırları arasında dolaşırken, bir "dünya medeniyeti" inşası için sorgulamadan yollara düşen yitik isimlerin, Anadolu'dan binlerce kilometre uzaklıktaki toprakların semalarında yankılanan selamlarını duyacaksınız..
"Yaklaşık iki yıl sürecek olan yoğun bir araştırma safhasından sonra, öncelikle Güney Asya ve Uzak Doğudaki 'Türk' algısının Türkiye'deki mevcut milliyetçi algılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içeriğe sahip olduğu sonucuna vardım. Güney Asya ve Uzak Doğu halklarının hafızasındaki "Türk" imgesi, asırlar boyunca Asya halklarını temsilen Avrupa'nın muhatabı ve hasmı olan Müslüman Türklere karşılık geliyordu. İstanbul ise, çağlar boyunca Güney Asya ve Uzak Doğu halklarının siyasî odağı haline gelmişti..."
(Tanıtım Bülteninden)
The “Genç Düşünceler” (Young Ideas) Newspaper: Lost Issues and Author Profiles
Although the Genc Dusunceler newspaper is shown among the Kocaeli based newspapers in the Early Republican Period press studies, it was a periodical publication with a limited number of issues that was in fact published in Istanbul and closed in the course of an “action of the defamation of religion" that was filed due to a series of articles published in its pages. In a political atmosphere where it was quite easy to incur the sanctions of the Law on the Maintenance of Order, the newspaper, which started its publishing life in a period when the newspapers of the era were brandishing between exaggeration and understatement while mentioning the policies of the regime and the government, it attracted attention with its “exuberantly praising” language in its pages alongside its “questionable” publication adventure outside “journalism”. The fact that many of the authors, whose articles and poems were included in the issues of the newspaper, which consisted of a few copies in total, subsequently became important figures in Turkish Literature and Turkish Political history has been a matter unmentioned until now. For example, they included Kemalettin Kamu’s poem "Cankaya" and some literary texts by various renowned authors in Turkish Literature and political history, which were published for the first time, and only the first two issues dated March 23, 1928 and November 1, 1928 are available in the periodical publication archives in Turkey. Although it is estimated that the article series that caused the closure of Genc Dusunceler was continued in the following weeks, it is until now considered that issues after November 1, 1928 were either not published at all or they have somehow not reached the present day. This paper has been prepared to analyze the names included in the author staff of the Genc Dusunceler newspaper and their articles in the context of their literary, artistic and political careers by announcing the discovery of its 3rd and 4th issues dated November 14, 1928 and November 22, 1928, which were unearthed after lengthy research, within the context of the contribution it will make to the history of Turkish journalism.
Afganistan coğrafyasını eşine az rastlanır kaotik bir uluslararası müdahalenin savaş alanına çeviren 9/11 saldırıları, Afgan halkının kolektif belleği ve sosyokültürel kodlarında, geçmişi asırlar öncesine uzanan kaotik
bir istila fırtınasının yepyeni dalgalarından birinin kıvılcımıydı aslında. 9/11 Saldırıları, Asya kıtasının kalbindeki coğrafi konumuyla asırlardır çeşitli devletlerce tahrip edildikten sonra, sömürgecilik fırtınası başladığında İngiltere ve Rusya tarafından işgal edilmiş olan Afganistan’ın, bu defa Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliğindeki askeri bir koalisyonca işgal edilmesine ortam hazırlamıştı. Afganistan coğrafyasını 21. yüzyılın şafağında adeta bir “gayya kuyusu” haline getiren bu yeni işgal süreci, ülkedeki siyasi tarih açısından farklı, sosyokültürel ve sosyopsikolojik açıdan farklı sonuçlar doğuracaktı.
Portrait of a Journalist as 'Muhibbân-ı Kütüp' and S. M. Tawfiq Library
The bibliophile culture is the Ottoman Empire is usually associated with the names such as Ali Emîrî Efendi as an iconic figure in The Second Constitution Period. Yet, the attributions such a Mecânîn-i Kütüp [Those who are madly in love with the books] or, “Muhibbân-ı Kütüp” [Book Lovers], can be used to describe a great many cultural activists that are generally unknown in academic circles. In modern literature, the figures who can be explained by the term’s bibliophile and biblioman has been recognized and appreciated moderately for the role they have played in the prospering of book and library culture. The ones whose intimate relationship with the books have led to their financial ruins and eternal appreciation from history. Only a handful of such figures have got the opportunity to be revived from the annals of history due to recent scholarships. Many of these respectable figures have enriched their libraries and private book collections with extraordinary zest and determination, acquiring vast linguistic knowledge and undertaking extensive voyages in the old world. Thus, they earned the right to be called bibliophile. Most of these scholars, their heroic endeavors, and precious collections have joined the annals of history, except for a handful of few. This current paper is an attempt to revive and recognize one of the greatest bibliophiles of the period, S. M. Tawfiq whose contribution to Ottoman publication in Sebîlürreşâd journal as a travel writer had earned him fame in publication circles, yet, his other contribution to book culture, namely his book collection, has received insufficient attention so far. This current paper is an attempt to pay the due tribute to the man whose expertise on books, along with his insatiable love of knowledge, his journalism, and his outstanding book collection had contributed immensely to the prospering of book culture in The Second Constitution Period. This paper hopes to provide S. M. Tawfiq with the recognition that he certainly deserved.
Abstract
The aim of this study to examine continuing regional activities of American Board missioners in detail who showed distinct interest in the places where Greek and Armenian population were intensive in Ottoman lands in the context of Adapazarı and Laura Farnham. In this context, an information will be given about American Board Organisation that constitued outer stations in various places where Armenian population is located when they become a main target in time. Adapazarı, where an important population of Armanians were living, had been an outer station of the organisation. Adapazarı is one of the regions of Izmit district inhabited by Armenians. Board missioners accelerate their activities after they understood that they could affect the Armenians in the area, especially after 1840. They continued missionary activities with churches and schools they opened in Adapazarı. Armenian School for Girls, which was opened in 1885, become popular amongst girls' schools of American Board. Laura Farnham, who was the founder director of the school, managed to continue the tradition of the Mt. Holyoke School of Theology where she were graduated from. As a tradition of Mt. Heyoke Ms Farnham deployed all the successfull students graduated from the school in Armenian Girls High Scool, her activities, 25 years as a founder director, which will have taken 38 years in total, ended in 1910.
Keywords: Rukiye Hanim, Ottoman State, Johor Sultanate, Concubine, Historical Imagination
Öz: Bu makale Rukiye Hanim’ın kimliği, kısmen biyografisi ve ilişkilerini ele almaktadır. Rukiye Hanim, modernMalezya’nın siyasi ve akademi dünyasında kayda değer rol almış üç ailesinin ‘büyükannesi’ olmasıyla tanınıyor.19. yüzyılın sonlarına doğru, kardeşi Hatice Hanim’la birlikte Johor Sultanı Ebubekir’e Osmanlı Sarayı’nın hediyesi olarak gönderildiği ileri sürülmektedir. Bu makale, kimi çevrelerin Rukiye Hanim’ın ilişkileri bağlamında ortaya attıkları görüşler üzerine gündeme geldi. Bu çalışmanın yazarları bu Hanim hakkında gündeme getirilen mevcut anlatıları, Benedict Anderson’un ‘icad edilmiş hafıza’ kavramına atfen dikkatlere sunmaktadır.Çalışmada, bir dizi hatalı imgeler etrafında kurgulandığı ileri sürülen Rukiye Hanim’la ilgili bazı detaylara dikkat çekmektedir. Bu çerçevede, çalışma, bugüne kadar kaleme alınmış birincil kaynaklar kadar, Rukiye Hanim’ın hayattaki yakınları ile yapılan sözlü anlatıya dayanmakta ve içerisinde Türkçe, Malayca ve İngilizce kalemealınan eserler karşılaştırmalı olarak değerlendirilmektedir. Bu araştırma, söz konusu cariyelerin Osmanlı Saraya ilesine mensup olmadığını, aksine başka bir ulusa mensup sıradan kişiler olduğunu bulgulamaktadır. Rukiye Hanim kimliği etrafında oluşturulan sansasyonel imaj, Türkiye ve Malezya’da bazı belirli çevrelerin tarihi gerçekleri farklı yorumlamalarına dayanmakta ve bu imaj ile modern Türkiye ve Malezya ilişkileri tarihsel olarak örüntülenmek istenmektedir.
Anahtar Kelimeler
Anahtar Kelimeler: Rukiye Hanim, Osmanlı Devleti, Cohor Sultanlığı, Cariye, Tarihsel İmaj
Onlar; Seul, Pusan, Tegu ve daha birçok şehirde Güney Kore bayrağının dalgalanışına omuz veren Türk bayrağını göndere çekerek, Güney Kore'nin istiklali için can verdiler. Onlar, belki geride bıraktıkları bir çift göze sevdalı ve ürkektiler. Belki toprak gibi akıllı, belki gençlik gibi cesur, belki ömürlerinde ilk defa denizi gördüler..
Yarın gazetesinin yayın hayatına başlar başlamaz maruz kaldığı adli süreçler sadece bu haberlerle sınırlı kalmamış, o sırada İzmit’te yayımlanmakta olan Hür Fikir gazetesinin 11 Aralık tarihli haberine göre, İzmit Valisi Eşref [Sait] Bey aleyhine “aslı ve esası olmayan” yayınlar yapan Yarın gazetesi başmuharriri Arif Oruç ve mes’ul müdür Süleyman Tevfik Beyler, gece saatlerinde İzmit’e getirilerek hapishaneye konulmuştu. Kefaletle serbest bırakılma ya da başka bir şehirdeki hapishaneye nakil gibi taleplere rağmen, Ocak ayına kadar İzmit’teki hapishanede kaldıkları anlaşılan Arif Oruç beyin tevkifi, yine aynı gazetede yayınlanan ve aralarında İzmit Belediye Reisi Kemal [Öz] Cumhuriyet Halk Fırkası K. Reisi Y. Zıyaeddin, Türk Ocağı Reisi Şeref başta olmak üzere, kentin önemli bürokratları ve esnaflarının bulunduğu isimlerin imzasıyla bir tekzip yayınlamıştı. Arif Oruç’un “matbuatın ak saçlı nur yüzlü ihtiyar babası” olarak tarif edildiği söz konusu tekzipte, İzmitlilerin, “memleket uğruna mücadeleyi bir vazife olarak gören” Oruç’a karşı büyük bir muhabbet duyduğu anlatılıyordu. Arif Oruç Beyin, “bütün şehir halkının” tam manasıyla “mesrur” olduğu bir tevkifata uğradığının tüm kentin gündemine taşındığını gösteren bu tekzipten birkaç hafta sonra, söz konusu ikilinin hapiste olmasına neden olan davanın son duruşması görülmüş, “Adaletin tecelli ettiği” ve valinin “davadan temiz çıkmasını” beklediklerini açıkça belirterek duruşmaya geniş yer veren Hür Fikir gazetesine göre, davalılar toplamda iki yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Yarın gazetesi sahibi ve mes’ul müdürünün çeşitli suçlar isnat edilerek İzmit hapishanesinde alıkonulmuş olmaları, genel görünümü itibariyle dönemin siyasi atmosferiyle ilişkiliydi. Zira söz konusu gazetecilerin İzmit hapsi sırasında kapanan Serbest Cumhuriyet Fırkasının yaklaşık beş aylık muhalefet girişimi, Yarın gazetesinden de büyük destek görmüştü. Ancak, Serbest Cumhuriyet Fırkası ile birlikte fırkaya destek veren muhaliflerin de tasfiye edildiği bir sürecin parçası olması gereken İzmit’teki “sansasyonel” dava, gazetenin muhalif duruşundan bağımsız olarak, dönemin İzmit valisiyle ilgili iddialarla birlikte düşünüldüğünde oldukça “ilginç” ve “şüpheli” bir hal alıyordu. Zira söz konusu gazetecilerin aylarca hapis yatarak nihayetinde hem hapis cezasına hem de tazminat ödemeye mahkûm edildikleri davaya giden süreç, Vali Eşref [Sait] Bey’in Bahriye Kaymakamı Şerafettin Bey’le yaşadığı ve İzmit ahalisi arasında da ayyuka çıkmış olan husumet dedikodularının Yarın gazetesinin sayfalarına yansımasıyla başlamıştı. Nitekim Arif Oruç’un pekâlâ İstanbul’daki bir hapishanede değil de İzmit’te alıkonulmuş olmasını bir nebze olsun açıklayan bu “kişisel mesele”, “valinin davası” bağlamında İzmit’teki kamplaşmanın da sebebi olmalıydı. Nihayetinde, hepsi Halk Fırkalı olan kentteki bürokrat ve ileri gelen yerli sakinler, idari olarak kentteki en yetkili kişi olan validen değil de söz konusu valiyi açıkça tahkir eden, üstelik İstanbul’dan derdest edilerek getirtilmiş bir yabancıdan yana tavır koyarak, -ironik de olsa- bu ayrışmada İzmit valisinin yanında olan bir gazetede tekzip yayımlayarak davayla ilgili rahatsızlıklarını ortaya koymuş oluyorlardı. Ancak bu süreçte, örneğin Hür Fikir gazetesi dolayısıyla da kentin milletvekili Kılıçoğlu Hakkı gibi etkili birini de yanına alabilmiş olan İzmit valisi, siyasi güç ve bürokratik ağı elinde bulundurmak gibi -muhtemel- bir avantaja sahipti. Bu zeminde Yarın gazetesi sanıklarının İzmit’te “âdab-ı umumiyeye mugayeret” suçundan yargılandıkları “unutulmuş” bir davayı tüm yönleriyle ele alacak olan bu çalışma, Erken Cumhuriyet dönemi basınının “vatana ihanet” retorikleriyle gölgelenen farklı görünümlerini “Yarın gazetesinin İzmit davası” özelinde ortaya koyacaktır.
ABSTRACT: During the times when Central Anatolia was one of the important centers of the economic life of the old world, fauna had been living in Ankara and surrounding areas such as "Angora Goat" and "Angora Rabbit". It was a result of European ecological imperialism that these living beings in the Central Anatolian fauna had either disappeared today or turned into high value commodities with added value in different geographies. The Ottoman State had not developed a systematic stance on the "Angora" until the 19th century, which would generally be the term used for wool and yarn made from the sheath of the Ankara cat, the feather of the Ankara rabbit, or their mixture. Along with the virgin valleys of South Africa and New Zealand, which are used by European ecology imperialism as a laboratory, the Ankara cattle ranches established in the past century have been built using this space. These farms, starting thousands of years ago with distant steeps of extreme weather conditions, were an exile place in the modern times of an enduring economic journey in the Anatolian geography. Ankara Chechens were only one of the projects of the 19th century of European ecological imperialism, first to Australia and New Zealand, then to the various municipalities of South Africa, particularly to the Karoo region, which has a similar geographical and climatic structure to that of Ankara. Ultimately, this campaign would turn into a "anonymous" commodity marketed as "Angora" in the world by Ankara goats and rabbits. In the same century, the production of mohair goats, which had been brought to Central Anatolia by Turcoman tribes migrating from the east of the Caspian Sea, and which had been at the forefront of the important economic resources of Turks for centuries, was moved to inexperienced lands with the same climate. Many of Intangible Cultural Heritages of Anatolia were sacrificed to some kind of faunal copying, even though Angora was the most concrete example of this copying, as the terrible ecology behind it was not noticed, it was described as an all-around global shopping. This declaration, which will describe the global adventure of Angora in Ankara, which should have a special place on the list of the intangible cultural heritage of Anatolia, Aims to raise awareness of the cultural and economic values of Anatolia in particular for Angora, by addressing the issue in the context of European ecology imperialism.
Toplumsal belleğin taşıyıcı unsurlarından biri olan yazılı metinler özelinde aslında kadimin terkine dair sembolik anlamları olan Harf inkılabı, Latin harfleriyle yazılmış yepyeni bir Türkçe literatürü gerektiriyordu. Bu bağlamda kâğıt teminini yurt dışından yapmakta olan Türkiye’nin 1928 yılı sonu itibariyle kâğıt ithali de yükselmiş, ithal edilen kâğıt miktarının büyük bir bölümü yeni harflerle yayınlanmaya başlayan dergi-gazete ve öncelikli olarak ders kitaplarında kullanılmıştı. Bu noktada öne çıkan Mustafa Kemal Atatürk, “Bir ülke, kâğıdını kendi yapamadığı zaman ulusal kültürünü yabancı lütfuna bağlar. Kapitülasyonların en tehlikelisi de budur. Ve ötekilerden önce bütün dikkat ve ilgimizi kâğıt sanayinde toplamalıyız.” diyerek kâğıt üretimi ve kâğıdın ulus devletin yeni ideolojisi ve kültürel anlayışının zihinlere yerleştirilmesindeki önemini vurguluyordu. Bu zeminde 1934 yılında temeli atılan ve 1936 yılında mesaiye başlayan SEKA’da üretilen kâğıtlar erken Cumhuriyet dönemi eğitim politikalarını destekleyici yayınlar ve bu yayınlar bağlamında idealize edilen zihniyet dünyasının yerleşmesi için üretilen her türlü yazılı yayının hammaddesi olacaktı.
1980 yılına gelindiğinde erken Cumhuriyet dönemi hafıza inşa politikalarının bir parçası olarak yayınlanan her türlü yazılı metnin hammaddesi kâğıtların üretildiği SEKA, yaklaşık yarım asırlık geçmişinde üretilen yazılı bilgi ve belgelerin tonlarcasının geri dönüşüne tanıklık ediyordu. Zira aynı yılın sonbaharında gerçekleşen 12 Eylül darbesinde, darbeye neden olan psiko-sosyal şartların zihni altyapısını taşıdıkları düşüncesiyle toplanan tonlarca kitap, dergi ve gazete yine SEKA depolarına, bu defa imha edilmek üzere taşınmıştı. Bir zamanlar yeni harflerle yazılmış metinlerle inşa edilen bir hafızaya hammadde sağlamış olan SEKA, ürettiği kâğıtların kullanılmasıyla yapılan yayınlarla inşa edilmiş hafızanın yansıdığı yazılı metinlerin imha edildiği bir mekân oluyordu.
Saltık, Ekrem (2017), “Bir Hafıza İcat ve İmha Mekânı Olarak SEKA”, Uluslararası Gazi Süleyman Paşa ve Kocaeli Tarihi Sempozyumu III., 25-27 Mart 2016, İzmit, Bildiri Kitabı, Kocaeli Üniversitesi: İzmit, s.1951-1962