Papers by ali üremiş
Bu makalede, özellikle XIII. yy.ın başlarından itibaren Moğol istilâsı önünden kaçan şeyh ve derv... more Bu makalede, özellikle XIII. yy.ın başlarından itibaren Moğol istilâsı önünden kaçan şeyh ve dervişlerin, siyasî ve iktisadî bakımdan tek huzurlu ve sığınılacak ülke konumundaki Anadolu'ya gelip yerleşerek, dinî-tasavvufî faaliyetlerini hızla yaymaya başlamaları, ağırlıklı olarak da Mevlevî, Rifâî ve Kâzerûnî tarikatları üzerinde durulmuştur. Bilhassa o dönemin Anadolu'suna, hatta sonraki asırlara, her yönüyle damgasını vuran Mevlâna ve Mevlevîlik konusuna daha fazla önem verilmiştir. Çünkü o dönemde Selçuklu sultanları ve diğer devlet adamlarının ekserisiyle, henüz adlarına kurulmuş birer tarikatları olmasa da Konya'da bulunan veya buraya gelip giden Sadreddin Konevî, Fahreddin Irâkî, Yunus Emre vb. pek çok mutasavvıf ile çeşitli münasebetleri görülen Mevlâna; her bakımdan devrinin mihverini teşkil etmiştir. Buna bağlı olarak, Türkiye Selçukluları zamanındaki Sünnî Tasavvuf hareketlerinin genel görüntüsünü tamamlamak üzere, Mevlâna ve Mevlevîliğin; Rifâîlerden Kâzerûnîlere ve zaman zaman nüfuz mücadelesine girişmek durumunda kaldığı Ahilere varıncaya kadar birçok tasavvufî zümreyle münasebetleri, bu ilişkilerin neticeleri ve birbirleriyle etkileşimleri ana hatlarıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır.
I. Uluslararası Selçuklu Tarihi Coğrafyası Sempozyumu (25-27 Ekim 2019) Bildiri Kitabı Suriye, Irak, Filistin (Edit. A. Çaycı - A.D. Kuşçu - A.F. Baysal vd.), Konya 2020, N E Ü Yayınları., Oct 10, 2020
XI. yy’ın son çeyreğinden itibaren Anadolu’yu yurt tutan Kutalmış oğulları, atalarının/çeşitli Tü... more XI. yy’ın son çeyreğinden itibaren Anadolu’yu yurt tutan Kutalmış oğulları, atalarının/çeşitli Türk gruplarının akınları sebebiyle asırlardır yabancısı olmadıkları bu coğrafyanın; Türkiye hâline getirilme sürecini başlatmışlardır. Türkiye Selçuklularının (1075-1318) kurucusu Kutalmış oğlu Süleymanşâh, payitahtı İznik’te yaptığı düzenlemeler ve Bizans’la imzaladığı Drakon çayı anlaşmasıyla (1081) sınırlarını güvenceye almış; amcazâdeleri/Büyük Selçuklular karşısında eli güçlendiğinden, varoluş kavgası verdikleri önceki sahalara yönelmiştir. Doğu politikası denebilecek ve ideale dönüşen yöneliş; kendinin, oğlunun ve torunlarından çoğunun bu uğurda ölümüyle sonuçlanmıştır.
Türkiye Selçuklularının bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün devletlerini içine alan Bilâdü’ş-Şâm/Şam Bölgesi/Doğu Akdeniz Çevresi’nde başlattığı zorlu mücadelenin ciddi nedenleri olmalıdır. Bunlar; bölgeye hâkim güçlerle/Büyük Selçuklular ve halefleriyle rekabet, tarihi hak iddiaları, kendilerini destekleyecek Türkmenlerin yollarını açık tutmak, İslâm medeniyetinin gözde yerlerini elde ederek o âlemin liderliğini üstlenmek şeklinde özetlenebilir. Coğrafyanın; Anadolu, Mısır ve Irak gibi önemli kültür merkezleri arasında köprü vazifesi yapıp birbirleri için jeopolitik/jeostratejik açıdan emniyet/tehdit unsuru oluşturması, çeşitli yollar üzerinde bulunması gibi cezbedici nitelikleri de unutulmamalıdır. Dolayısıyla bölge her devirde, ele geçirmek/kontrol etmek için türlü mücadelelerin verilip bitmez tükenmez çatışmaların yaşandığı savaş alanı olmaya mahkûm olmuştur.
Şam ve el-Cezire bölgesinin kontrolü sağlanmadan Anadolu’nun elde tutulmasının zorluğunu anlayan Türkiye Sultanlarının, bu coğrafyaya yönelik devlet geleneğine dönüşen politikaları; Büyük Selçuklulardan sonra Zengîler (1127-1233) ve Eyyûbîler (1175-1260) engeline çarpmıştı. İnişli çıkışlı seyirle ciddi çatışmalar yaşanmadan önemli merhaleler katedilmişse de İzzeddin Keykâvus zamanında (1211-1220) ilişkiler gerginleşmiştir. Zira bölgede hâkimiyet kuranların desteği sağlanmadan/bazılarıyla birlikte hareket edilmeden oralarda olunamayacağı; yaşananlara rağmen tam idrak edilebilmiş değildir. Durumu kavradığı anlaşılan I. Alâeddin Keykubâd (1220-1237) ise muazzam tasavvurlarını ilk günden gerçekleştirmeye başlamıştır. Yeterli birikime/donanıma sahip, uzak görüşlü Türkiye Sultanı devletine ikbal dönemini yaşattığı halde, çatışmacılık yerine uzlaşmacı/dostane münasebetleri öne almıştır. Çünkü Keykubâd, İslâm dünyasına çığ gibi yönelen Moğol afetini vaktinde algılayıp bu amansız sürecin teğet geçmesini tasarlamıştır. Şehirlerinin kale ve surlarını inşa/tahkim ederken Anadolu’daki Türk birliğini sağlayıp civarındaki komşularıyla siyasî, askerî ve -Eyyûbî melikesiyle evlenmek, oğlunu Gürcü kraliçesinin kızıyla nişanlamak gibi- sulh yöntemleriyle dost/müttefiklerini çoğaltmıştır. İslâm dünyası liderliğinin sorumluluğu bilinciyle hareket etmiş, Harzemşâhlar hatta çoğu beylikle mücadelesinde bile Eyyûbîlerin desteğini almaya çalışmıştır. Moğolları uzaklarda karşılama gayesiyle, orta çağın muhkem yerlerinden olan Amid’i; stratejik/lojistik üsse dönüştürmeyi hedeflemiştir.
Bölgeyle irtibatı yoğun şehir ve kaleleri ele geçirdiğinde Eyyûbîler gibi tahrip ve halkına eziyet yerine, tahkim edip görevlendirilecekleri; devlete/millete düşkün ve vakarlı kişilerden seçmiştir. Gerektiğinde Eyyûbîlere karşı siyasî/askerî usullere başvuran Keykubâd; tasavvurlarını, yeni sıhrî akrabalıklarla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Mesela zehirlenmeden, büyük doğu seferi arifesinde açıkladığı ülke yöneticilerinin tespiti meselesi; Şam tahtının adayı oğlunu, kayınbiraderi Eşref’in kızıyla önceden nikâhlaması oldukça önemlidir. Şam bölgesinin kontrolü sağlanabilirse orada ve Anadolu’da Eyyûbî Prensesi eşinden doğan iki kardeşin bulunması, Eyyûbî toprakları üzerinde Selçuklu hâkimiyetinin tesisini kolaylaştıracaktır. Alanya’daki kitabelerdeki unvanlarda ...Arap, Acem ve Şam hâkimi (Ortadoğu Sultanı), İslâm âleminin siyasî/dünya lideri tabir/tavsifleri dikkate değer gözükmektedir. Kendisi bu sıfatlara, ülkesini de dünya devleti hedefine ulaş/tır/amaması durumunda bu tarihî misyonu; Eyyûbî kanı taşıyan iki evlâdının, dayılarının desteğiyle tahakkukuna zemin oluşturmuştur. Münasebette bulunduğu devletlerle hatta yerel güçlerle yapıcı ve uzlaş/tır/ıcı tutumlarla, sulh, dostluk ve nikâh-akrabalık bağları kurmuştur. Enerjisini boşa harcamadan büyük tasavvurlarını gerçekleştirme odaklı hareketleri sebebiyle Eyyûbîlerin çoğunun himayesini istemeye koştuğu Keykubâd; Şam bölgesindeki hâkimiyet mücadelesi bayrağını zirveye çıkarmıştır.
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (SEFAD), Sayı 41 (Yaz), 2019
Öz Ana hatlarıyla Pakistan'ın güneydoğusunda İndus (Mihrân) nehri çevresini kaplayan Sind bölgesi... more Öz Ana hatlarıyla Pakistan'ın güneydoğusunda İndus (Mihrân) nehri çevresini kaplayan Sind bölgesine Müslüman Arapların ilgileri, Muâviye zamanından itibaren Emevîler döneminde giderek artmıştır. Sind'in zaman zaman Hilâfet merkezindeki Hâricî vb. isyanlarına katılan bir takım suçlu ve kaçakların sığınak bölgesi hâline gelmesi ve idarecilerin onları takip ve cezalandırma girişimleri üzerine oralarda yerel güçlerle işbirliğine kalkışmaları, bu ilginin canlı kalmasına ciddi katkıda bulunmuştur. Peş peşe atanan komutanların havaliye düzenlediği seferlerde bölgenin coğrafî yapısının çetin, Zutt'lar vb. zümrelerden oluşan insanının yaman savaşçı karakteri, ağır kayıplar verilmesine yol açmışsa da Sind topraklarındaki Mekran, Dibal, Kîkan, Kusdâr gibi önemli yerleşim merkezleri zapt ya da fetih edilip pek çok esir ve ganimet ele geçirilmiştir. Abdülmelik b. Mervân (685-705)'ın Irak ve doğu illeri-genel-valiliğine atadığı, oğlu I. Velîd (705-715)'in de yerinde bıraktığı Haccâc ile birlikte bölgenin esasen Emevîlerin tarihinde âdeta yeni bir çığır açılmış, büyük fetih hamlelerine girişilmiştir. Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi'nin tecrübelerinden azami istifade için pek çok vali aynı görevlerine yeniden atanmış hatta ekserisi, Sind'in fethi uğruna hayatını bölgede kaybetmiştir. Yerli halktan toplanacak haraç, vergiler vb. hususlarda bazı düzenlemeler yapma yoluna da gidilmiştir. Ne var ki çabaların tümüyle kalıcı olamadığı, birçok yerin tekrar zaptı veya fethi için seferler gerçekleştirilmesinden anlaşılmaktadır. İşte 708'lerden itibaren Muhammed b. Kâsım'la kalıcı hâle gelen fetihlerin zeminini oluşturan ön aşamalar; birçok olayın yakın şahidi olan el-Kûfî ve diğer kaynaklardan da yararlanılarak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Abstract In an outline, Muslim Arabs' interests for the Sind region, which enclose around the Indus (Mihrān) river in the Southeastern Pakistan, have gradually increased since the reign of Muaviye. From time to time, transformation of the Sind into a refuge region for some criminals and fugitives that had been included in some external (Harici) revolts in the center of the caliphate, and the authorities' collaboration with some local forces to follow and punish them, contributed to these interests. Although in the attacks of the commanders who were appointed one after another, the tough geographical structure of the region and the warriors such as Zutts who had egregious characters caused heavy losses, such important
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (SEFAD), Sayı 37 (Yaz 2017). ORCID ID: http://orcid.org/0000-0002-8644-6139, Jun 22, 2017
Öz Eski devirlerden itibaren Umman Denizi'nin karşı kıyılarıyla ticaret geleneğini sürdürmek için... more Öz Eski devirlerden itibaren Umman Denizi'nin karşı kıyılarıyla ticaret geleneğini sürdürmek için Hindistan sahillerinde oturan Arap tüccarlar ile buralardan iktisadî, askeri vs. nedenlerle Arabistan'a gelip yerleşen kesimler; evlilik vb. yollarla yakın bir ilişki içerisindeydiler. Dolayısıyla Araplar, İslâm'a girdikten sonra tebliğ ve fetih gibi ulvî gayeleri de ekleyerek yabancısı olmadıkları bu coğrafyaya gazaya çıkmışlardır. İndus Nehrine dayanan akınlarını İslâm devletinin hudutlarının hızla genişlediği Hz. Ömer, Osman ve Ali dönemlerinde sürdürmüşlerdir. Batıda Bizans karşısında ilerlerken doğuda da hareketli birliklerle taarruzlarını; Hint alt kıtasındaki tarihî bölgede yani bugünkü Pakistan'ın Sind (Sindh) eyaletinde Karaçi (Dibal) ve civarında yoğunlaştırmışlardır. 659'larda Kîkan Dağlarına ulaşan Müslümanlar; zaferlerinin tadını çıkaramadan Hz. Ali'nin şehadet haberiyle harekât üssü Mekran'a dönmüşlerdir. Sızma harekâtı ve yıpratma savaşları tarzındaki başarıların yanı sıra belli oranda Sind Bölgesinin fethedilip yollarının kontrol altına alınmasıyla, Hint alt kıtasına İslâm'ın yayılmasının önündeki engeller kaldırılmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn Döneminde, ihtiyat terkedilmeksizin bahsedilen yerlerin; birer İslâm beldesi olma sürecinin ve Muhammed b. Kasım'ın başarılarının zemini hazırlanmıştır. Abstract Since the ancient times, in order to continue the tradition of trade in the opposite shores of the sea of Oman, Arab merchants who were living in Indian shores were in close contact like marriage, similar to those that had moved in Arabia due to economic, military and similar needs. After accepting Islam, Arabs who aimed adding conquest and reporting to their goals in these geographical areas that were not unfamiliar to them, were directed and turned to Gaza. The expansion of Islamic state along the flow of the river Indus continued during the caliphs Umar, Uthman and Ali. While they were fighting against the Byzantine Empire in the west, they concentrated their attacks on Karachi (Dibal) and vicinity which is in the state of Sindh in Pakistan now with active mobile troops in the east. In the 659's, Muslims, who climbed to the Mount Kikan (Kaikan), without being able to enjoy the victory with the news of the death of Ali the Caliph, turned to Makran, the operation centre. Successes with cohesive unit and exhausting wars, the seizure of a substantial part of the environment of Sindh and holding control in their hands helped to remove the obstacles against the spread of Islam in the sub-Indian continent. At the time of Hulefa Rashid, the process of these regions' becoming Islamic locations and the background of the success of Mohammad b. Kassim were prepared.
Konya Ansiklopedisi, c.VI, Konya, 2014
KÖSEÇ AHMED EFENDİ
(ö. 1191/1777)
Trabzonlu âlim, mutasavvıf ve Mevlevî Dedesi.
XVIII. yy.da yaş... more KÖSEÇ AHMED EFENDİ
(ö. 1191/1777)
Trabzonlu âlim, mutasavvıf ve Mevlevî Dedesi.
XVIII. yy.da yaşayan Trabzonlu Köseç Ahmed Efendi hakkındaki malumatın yetersizliği bir yana isim, lâkap benzerlikleri, muasırlarıyla birlikte önceki asırdakilerle de karıştırılmasına yol açan bilgiler, günümüze kadar müellifin hayatının, vefat tarihinin, hatta eserlerinin karışıklıklar içerisinde kalmasına sebep olmuştur.
Müellifin irtihalinden (1777) altı yıl sonra çile çıkarmaya geldiği Mevlâna Dergâhı’nda müritlerden, tesirinden kurtulamadıkları Ahmed Dede’nin ilmini, hatıralarını, vefatını dinleyip kabrini gören Şeyh Gâlib (ö. 1799)’i; biraz da bu psikolojinin etkileri, onun ve Tuhfesinin ölümsüzleşmesini sağlayacak olan es-Sohbetü’s-Sâfiye isimli “Tâlikât”ı yazmaya sevk etmiştir. Gâlib’in yanı sıra Ali Nutkî Dede, Esrar Dede, Bahâeddîn Veled Çelebi, A. Remzi Akyürek ve F. Nafiz Uzluk gibi Mevlevî büyüklerinin özel ilgi gösterdikleri Tuhfe üzerinde günümüze kadar bazı çalışmalar yapılmıştır.
Selçuk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 28 (Güz 2010), , 2010
ÖZET Bu makalede, özellikle XIII. yy.ın başlarından itibaren Moğol istilâsı önünden kaçan şeyh ve... more ÖZET Bu makalede, özellikle XIII. yy.ın başlarından itibaren Moğol istilâsı önünden kaçan şeyh ve dervişlerin, siyasî ve iktisadî bakımdan tek huzurlu ve sığınılacak ülke konumundaki Anado-lu'ya gelip yerleşerek, dinî-tasavvufî faaliyetlerini hızla yaymaya başlamaları, ağırlıklı olarak da Mevlevî, Rifâî ve Kâzerûnî tarikatları üzerinde durulmuştur. Bilhassa o dönemin Anado-lu'suna, hatta sonraki asırlara, her yönüyle damgasını vuran Mevlâna ve Mevlevîlik konusuna daha fazla önem verilmiştir. Çünkü o dönemde Selçuklu sultanları ve diğer devlet adamlarının ekserisiyle, henüz adlarına kurulmuş birer tarikatları olmasa da Konya'da bulunan veya bura-ya gelip giden Sadreddin Konevî, Fahreddin Irâkî, Yunus Emre vb. pek çok mutasavvıf ile çeşitli münasebetleri görülen Mevlâna; her bakımdan devrinin mihverini teşkil etmiştir. Buna bağlı olarak, Türkiye Selçukluları zamanındaki Sünnî Tasavvuf hareketlerinin genel görüntü-sünü tamamlamak üzere, Mevlâna ve Mevlevîliğin; Rifâîlerden Kâzerûnîlere ve zaman zaman nüfuz mücadelesine girişmek durumunda kaldığı Ahilere varıncaya kadar birçok tasavvufî zümreyle münasebetleri, bu ilişkilerin neticeleri ve birbirleriyle etkileşimleri ana hatlarıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır. • ABSTRACT In this article, especially it have been studied that from beginning of XIII. century, sheik and dervish escaping from Mongol invasion had lived in Anatolia where only country refuge for them in peace as political and economic that they spreaded religion-mystical activities fastly, heavly on Mevlevi, Rifai and Kazeruni sects. Particularly, to Anatolia of this era, even subsequent era, Mevlana and Mevlevilik that all aspect had marked has been underlined. Because Mevlana interacting with Seljuk sultans and most other politicians of his era such as Sadred-din Konevi, Fahreddin Iraki, Yunus Emre etc. although not been established in the names of * Bu makale, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Bilimler Eğitimi Anabilim Dalı, Tarih Bilim Dalı'nda kabul edilen Türkiye Selçuklularında Tasavvufî Hareketler (1996) adlı yüksek lisans tezinin ikinci bölümünden faydalanılarak hazırlanmıştır.
TÜRK KÜLTÜRÜ, EDEBİYATI VE SANATINDA MEVLÂNA VE MEVLEVÎLİK ULUSAL SEMPOZYUMU - BİLDİRİLER. 14–16 ARALIK 2006 KONYA, Konya 2007, , 2007
Bu bildirimizde öncelikle, tarihî şahsiyeti daha evvel ortaya çıkarılmış bulunan Trabzonlu Köseç ... more Bu bildirimizde öncelikle, tarihî şahsiyeti daha evvel ortaya çıkarılmış bulunan Trabzonlu Köseç Ahmed Dede (öl.1777)’nin hayatı kısaca ele alınmıştır. Daha sonra Mevlevî âdâb, usûl ve erkânı hususunda özgün kaynak olarak vasıflandırılabilecek eserler arasında önemli bir yer işgal eden “et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye” adlı te’lifi üzerinde durulmuştur.
Müellifin, Nakşî ve Halvetî iken Mevlevîliğe intisap ettikten sonra yazdığı bu eser; Arapça olmasının da tesiriyle kendisiyle aynı kaderi paylaşmıştır. Zira III. Selim’in Mevlevîliğe intisabına vesile olmaya varıncaya kadar yaşadığı asra damgasını vuran XVIII. yy’ın ünlü şâir ve mutasavvıfı Şeyh Gâlib’in yazdığı “es-Sohbetü’s-Sâfiyye” isimli tâlikâtla karıştırılmıştır. Bu yüzden Tuhfetü’l-Behiyye’nin Köseç Ahmed Dede’ye ait olduğu ortaya konulup nüshaları tanıtıldıktan sonra üzerinde yapılan çalışmalar ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Mevlevîliğin unutulmaya yüz tutan ve öğrenilmesi zorlaşan esaslarını meydana çıkarma bakımından ciddi katkılar sağlaması sebebiyle, ileri gelen Mevlevî büyüklerinin farklı seviyelerde ilgi gösterdiği risalenin; Mevlevilik açısından yerinin ne kadar önemli olduğu, dolayısıyla bilim dünyasının daha titiz incelemelerine muhtaç bulunduğu vurgulanmaya çalışılmıştır.
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 19 (Bahar)., Jun 5, 2006
Bu makalede, Mevlevî tarihi ile âdâb ve erkânı hususunda kaynak olarak da nitelenebilecek eserler... more Bu makalede, Mevlevî tarihi ile âdâb ve erkânı hususunda kaynak olarak da nitelenebilecek eserler arasında önemli bir yeri bulunan " et-Tuhfetü'l-Behiyye fi't-Tarîkati'l-Mevleviyye " adlı risalenin müellifi Trabzonlu Köseç Ahmed Dede (öl. 1777)'nin, bugüne kadar karanlık ve karışıklıklar içerisinde kalan yönleri ortaya konularak, yeni bilgiler ışığında hayatı aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Tarih boyunca cezbedici özellikleriyle önemli bir rekabet alanı, dolayısıyla çatışma sahası olan ... more Tarih boyunca cezbedici özellikleriyle önemli bir rekabet alanı, dolayısıyla çatışma sahası olan bölgelerden birisi de hiç şüphesiz Anadolu, Mısır ve Irak gibi belli başlı kültür merkezleri arasında âdeta bir “kara köprüsü” ve emniyet kilidi oluşturan Doğu Akdeniz Çevresi’dir. Burada asırlardan beri sürdürülen ve bütünüyle Ortadoğu’nun, hatta dünyanın mukadderatını etkileyen hâkimiyet mücadelesinde liderliği, XI. asrın ortalarına doğru Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040–1157) ele geçirmişti. Söz konusu devletin kısa ömürlü oluşuyla takip eden asrın başlarından itibaren bu mücadeledeki öncülüğü; vârisleri konumundaki Dımaşk Atabegliği (TugTekinliler) (1104–1154) ve Musul Atabegliği (Zengîler) (1127–1233), son çeyreğinde de Zengîler’in Mısır’daki uzantısı olan Eyyûbîler Devleti (1175–1260) devralmıştı. Türkiye Selçuklularının daha devletin kuruluşuyla başlayan Doğu Akdeniz Çevresi siyaseti zaman zaman sekteye uğramışsa da, genel mahiyeti itibariyle belirli bir çizgi üzerinde devam ettirilmiştir. Bu politikada belirleyici unsur, tabiatıyla bölgedeki yerel yönetimler ile yörede hâkimiyet kurmaya çalışan devletler olmuştur. Nitekim Büyük Selçuklulardan sonra Zengîler, daha sonra da Eyyûbîler bölgeye yönelen güçlerdir. Bunlardan sonuncusu ile gelişen olaylar, zaman zaman geniş boyutlara ulaşmış olmasına rağmen ciddi bir çatışmaya dönüşmemiştir. Bu mücadele XVI. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde gerçekleştirilecek iki büyük muharebeyle, yani Merci Dâbık ve Ridaniye savaşlarıyla Anadolu’nun lehine kapanmıştır.
tabula rasa Yıl 3; Sayı 7 (ocak-Nisan). Isparta, 2003
İslâm'ın zuhurundan itibaren Müslümanların mücadele etmek mecburiyetinde kaldığı Hıristiyanlar ve... more İslâm'ın zuhurundan itibaren Müslümanların mücadele etmek mecburiyetinde kaldığı Hıristiyanlar ve onların bahsedilen dönemdeki en güçlü temsilcisi Bizans'ın ciddî anlamda çekişme içerisinde olduğu saha, hiç şüphesiz ki Anadolu toprakları olmuştur. Anadolu'daki stratejik öneme sahip bir kısım yerleşim birimleri ve geçit noktaları bu açıdan Müslümanların dikkatini çekmiştir. Siyasî, iktisadî ve askerî manada ehemmiyeti haiz bu yerlerin fethinde, pek çok değişik sebebin yanında inanç unsurlarının da önemli bir tesirinin bulunduğuna şahit olunmaktadır. Bu çalışmada, Çukurova bölgesindeki kimi beldelerle ilgili olarak Hz. Muhammed ile bazı İslâm büyüklerine atfedilen rivayetler ve bahis konusu edilecek rivayetlerin bu havalinin fetih, hatta iskân siyasetine katkıları üzerinde durulacaktır. Bir seri araştırmanın ilk bölümünü oluşturan bu yazıda, sadece Tarsus ve Adana yöresi hakkında nakledilen haberlere ve bunlarla ilgili değerlendirmelere yer verilecektir.
İslâm devletinin fetih amacıyla başlattığı askerî ve siyasî hareketlerin ve elde edilen başarıların sürekliliği için bilhassa stratejik ehemmiyeti hâiz belde ve bölgeler özel bir önem kazanmıştır. Bunun teessüsü için bu tür yerlerin alınması ve buralarda hâkimiyetin pekiştirilmesinde yalnızca askerî tedbirler yetmemekte, ayrıca dînî-kültürel bazı altyapılar oluşturulmaktadır. Yukarıda bahse konu hadis ve sair rivayetlerde de bu amaçlar çok fazla yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açıklıkla vurgulanmaktadır.
The State of the Seljuks of Turkey, which completed its establishment towards the end of the 11th... more The State of the Seljuks of Turkey, which completed its establishment towards the end of the 11th Century, managed to keep its political presence in spite of the crusades and the efforts of Byzantium and the Great Seljuks. The first three Sultans, who tried to secure unity in Anatolia, firstly controlled Eastern Anatolia, which had a key status in the region, and they struggled hard to become the sole rulers and to found the mightiest state in the Middle East. Making those lands Turkish and having everybody accept its name as Turkey, Kılıçarslan II, with his historic victory at Myriokephalon, tried to enlarge his domain in “the attractive ground”, and to develop his ancestors’ Eastern policy. He could not achieve all his aims because of the Zengids and Ayyubids, but managed to lay foundations that would help his successors achieve them.
Key Words: Kılıç Arslan II, Manuel, Karamıkbeli (Myriokephalon), Seljukian, Eastern Anatolia, Policy.
Book Reviews by ali üremiş
"Ermeni meselesi" sadece Türkiye'yi değil Ortadoğu'daki devletlerin yanı sıra bu coğrafyada çıkar... more "Ermeni meselesi" sadece Türkiye'yi değil Ortadoğu'daki devletlerin yanı sıra bu coğrafyada çıkarı ve emelleri bulunan Büyük Güçlerin tamamını ilgilendiren milletler arası nitelikte bir sorun ve politik mücadele aracı hâline getirildiğinden, her geçen gün önemini ve ciddiyetini daha da artırmaktadır. Onun için bu konuda lehte ve aleyhte yapılan çeşitli çalışmalara çok sık rastlanmaktadır. Son zamanlarda bu husustaki araştırmalara Araplar da yönelmiş bulunmaktadır. Bunlardan birisi de incelenmeye çalışılacak olan eserin sahibi ünlü yazar Mervan el-Müdevver'dir.
Müdevver, VII Bölümden oluşan eserinin Sunuş yazısında, çalışmasının; asırlar boyu süren Arap-Ermeni dostluk ve kardeşliğini güçlendirmesini, kültürel alışverişe katkıda bulunmak suretiyle bu iki milletin dayanışmasını arttırmasını temenni ettiğini belirtir. Önsözde geçmişten günümüze Ermenilerin tarih ve medeniyetini, diğer milletlerle münasebetlerini anlatan Arapça bir araştırmanın kendilerinde olmayışından kaynaklanan boşluğu doldurmak amacıyla telife yöneldiğini vurgular. Akabinde eserin muhtevasıyla ilgili bilgi sunar.
eserde, Osmanlı Devletini parçalama projeleri çerçevesinde sunî olarak ortaya çıkarılan "Ermeni meselesi" ve her geçen gün hâdisenin "uluslar arası güçlerin sorunu" hâline getirilişi bir Ermeni propagandacısı edasıyla, sistemli şekilde, Araplara da sunulmuştur. Bu sebeple araştırma hakkında, hiçbir zaman tam anlamıyla devlet olma vasfı kazanamayan Ermenilerin, kendi siyasî tarihlerini ve diğer tüm tezlerini telkin ve ispat için çeşitli dillerde yayınlanmış veya yayınlatılmış olan “propaganda türü kitaplardan” birisidir demek mübalâğa olmasa gerektir. Ayrıntılı bir inceleme ve eleştiri süzgecinden geçirilen eser; ilmî olmaktan ziyade siyasî, ideolojik vb. maksatlarla yazılan kitapların geniş bir özeti mahiyetinde olsa da Arapçaya vâkıf bir kimseyi, pek çok Ermeni tarihine veya tarihçisinin görüşlerine aynı anda ulaştırmış olacağından, dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.
İndus (Sind) bölgesine gerçekleştirilen İslâm akın ve fetihlerinin, özellikle de Sind fâtihi olar... more İndus (Sind) bölgesine gerçekleştirilen İslâm akın ve fetihlerinin, özellikle de Sind fâtihi olarak bilinen Muhammed b. Kâsım'ın fütuhat hareketinin ülkemizde yeterince aydınlatıldığını söylemek zordur. Bu husustaki boşluğun ortaya çıkmasında kaynak yetersizliği kadar, konu hakkında ayrıntılı bilgi veren önemli bir eserin de Türk tarihçileri tarafından kullanılmamış olması etkili olmuştur. Tanıtımı yapılacak eser, sahadaki bu eksikliği giderecek türden önemli bir ana kaynaktır.
Muhammed b. Kâsım es-Sekafî'nin muâsırı meçhul bir müellif; onun, 712-715 yılları arasında Sind beldelerinde -yaklaşık olarak bugünkü Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in yer aldığı toprakların bir kısmı- gerçekleştirdiği icraatı detaylı şekilde anlatan Arapça bir eser kaleme almıştır. Bu eser uzunca bir aradan sonra, komutan Ali b. Hâmid b. Ebî Bekr el-Kûfî tarafından, Aşağı Pencap ve Sind’in Gur'lu hükümdarı Nâsıruddin Kabaca'ya (1206-28) sunulma, karşılığında da hem dünyevî iltifat ve mükâfata nâil olma, hem de Horasan'dan Anadolu'ya kadar her bölgenin fethini uzun uzun anlatan kitaplar bulunduğu halde, Keşmir'den Kanauç'a dek İslâm'ın çeşitli kurumlarıyla birlikte yöredeki yayılışını ortaya koyma hususundaki eksikliği giderme gayesiyle tasnif olunmuştur.
Ali Kûfî'nin VII. yy’ın başlarına kadar giden çalışmasının önemini pek çok araştırmacı fark etmiş, Elliot ve Dowson eserlerinde Fetihnâme'den geniş ölçüde yararlanarak neredeyse tümden yayınlanmışlardır. Dâvud Bûta’nın esaslı şekilde tahkik edip Farsça olarak 1939'da Delhi'de yayınladığı eserin baskı ve usulünü esas alan Baloch, Fathnamah-i Sind (Chachnāmah) adı altında 1983'te İslâmabad'da neşretmiştir. Bunu Süheyl Zekkâr da Arapçaya çevirerek, aynı isimleri iç kapağına bırakıp Fethu's-Sind adıyla 1992’de Beyrut'ta yayınlamıştır. Burada, çeşitli dillere çevrilmiş olan eseri; Arapça kaynaklarla da karşılaştırarak incelemeli bir şekilde, Türkçemize kazandırmaya çalıştığımızı da haber verelim.
İslâm tarihçileri bir kıta büyüklüğündeki Hindistan-Pakistan’ın tüm İslâm tarihindeki rolünü küçü... more İslâm tarihçileri bir kıta büyüklüğündeki Hindistan-Pakistan’ın tüm İslâm tarihindeki rolünü küçümserler. Bu ülkeyi Tropikal Afrika ve Güneydoğu Asya gibi bir kenar bölge olarak görürler. Bu görüş kısmen Ortaçağ İslâm tarihçilerinden miras kalmıştır. Dolayısıyla günümüzde Arapça yazılmış İslâm tarihleri, birkaç önemli istisna dışında, söz konusu bölgeyi genellikle hiç ele almamaktadırlar. "Hind ve Sind Beldelerinde gerçekleştirilmiş olan İslâm Fetihlerine dair mevsûk, birinci elden eserlere dayanılarak halen çalışılan ya da tamamlanmış bulunan ilmî, herhangi bir kitap veya mükemmel bir makalenin Arap dünyasında bu zamana kadar neşredilmemiş olması" (s.10), Prof Dr. S. H. el-Gâmidi'yi böyle bir eser hazırlamaya sevk etmiştir. Biraz da Arapça kaynakların fazla olmayışının etkisiyle, eski İslâm tarihçileri gibi şimdikilerin de yönünü daha ziyade batıya dönerek İslâm âleminden uzaklaşmaları, Yazarı, Müslümanların XII. yüzyılın sonlarına kadar söz konusu bölgedeki fütûhatının tarihini bütünüyle, bir arada ortaya koyma amacına yöneltmiş; bunu da Farsça ağırlıklı olmak üzere, diğer dillerdeki kaynakların yanı sıra İngilizce çalışmalar ve müşahedelerinden de yararlanmak suretiyle gerçekleştirmiştir.
Hind ve Sind Beldelerinde Emeviler, Gazneliler, Gurlular vs. gibi bahsi geçen devletler tarafından yapılan İslâm fetihlerini bir arada ele alan, özellikle de Arapça herhangi bir eserin şimdiye kadar yazılmamış olmasından hareketle, bu eksiklikleri gidermeye yönelik olarak gerçekleştirdiği çalışmada, pek çok bölümü itibariyle bilinenler tekrarlanmış ve yeni bir şey ortaya konulamamıştır. Ancak, Bilâd-ı Hind ve Sind'in Türkler eliyle nasıl fethedilip, yine bölgedeki İslâmlaşmanın da oldukça önemli bir oranda Türkler tarafından hangi safhalardan geçerek gerçekleştirildiği büyük bir vukûfiyetle araştırmacı tarafından ana kaynaklara dayanılarak gözler önüne serilmiştir. Daha çok Arap dünyasına dönük olarak hazırlanan çalışmadan, Türk araştırmacıların da müstağni kalmamasını faydalı olacağı düşünülmektedir.
Conference Presentations by ali üremiş
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ YAYINLARI: 12, 2019
Taşeli Bölgesinin ortalarındaki Ermenek’in; Karaman Türkmenlerine vatan, bir süre Karamanoğulları... more Taşeli Bölgesinin ortalarındaki Ermenek’in; Karaman Türkmenlerine vatan, bir süre Karamanoğullarına başkent, sonra da İçel sancağına merkez olması ve ülkede yayılan tasavvufî teşekküllere aradığı ortamı sunması, önemli bir siyaset, kültür ve sanat şehrine dönüşmesine yol açmıştır. Karamanoğlu Halil Bey’in 1334’te şehirde yaptırdığı Zâviye ve diğer eserler bunu doğrulamaktadır. Araştırmada, Mevlevîlerin ibadet ve sosyal mekânları; tekke/zâviye/ mevlevîhânelerin devlet eliyle Ermenek’te de desteklendiğini gösteren 1205/1791 tarihli bir belge sunulmuştur. “Halil Bey Zâviyesi/Tekkesi” denilmesi yüzünden ismi, inşa tarihi, yeri vb. hususlarda karışıklıklara yol açıp XVI. yy’ın sonlarına doğru Mevlevîhâne adıyla anılmaya başlayan mekânın; beratın ifadesiyle “Ermenek Mevlevîhâne/Tekkesi” olduğu kesinleşmiştir. Şeyhi Seyyid Ali Dede’nin oğlu Mehmed Kadrî Dede’nin; Ermenek Şeyhîzade diye şöhretlenip 33 yıl İstanbul-Beşiktaş Mevlevîhânesi postnişinliği yapması, sıkça dergâha gelen Sultan II. Mahmud’la sohbet etmesi ve önemli bir ney virtüözünün yetişmesindeki katkısı, Mevlevîhâne’nin mevkiini göstermektedir. Taşbaşı Mahallesine dâhil oluş seyri tespit edilen Ermenek Mevlevîhânesi’nin, son şeyhi Hüsameddin Dede’nin yakınındaki evi ile etrafındaki meskenlerin bitişik ve örtme/tünellerle irtibatlı, külliye gibi avluya açılıp Pirpınarı Mescidiyle müştemilat tarzında kompleks oluşturması, yüzey araştırmalarıyla ilk defa işlenmiştir. Fonksiyonu azalınca semâhânesi Tekke Mescidi’ne çevrilip 1923’te imamlığına atanan Hüsameddin Dede’nin torunlarının verdiği malûmatla, ilgili hususlar teyit edilmiştir. Mescidin yerine 1994’te yapılan Tekke Camii’nin kapılarının üstüne; beratlı Ermenek Mevlevîhânesi’nin kısmî adı ve onarım kitabesi bırakılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Ermenek, Mevlevîhâne, Tekke, Zâviye, Berat.
ABSTRACT
Ermenek, which is in the middle of Taseli Region, was the motherland for the Karaman Turkomans, for a while the city became the first capital of the Karamanogullari and then the center of the İçel sanjak. For these reasons the city supported that environment to the mystical institutions and turned into an important city of politics, culture and art. The Zawiyah and other public buildings constructed in 1334 by Karamanoğlu Halil Bey, confirm this theory. In this study, a document dated 1205/1791, shows that the worship and social places of the Mevlevi tekkes, zawiyahs, and mevlevîhânes were supported by the state in Ermenek too. Because of the building name, construction date, location, etc. issues confusions were caused by the name Halil Bey Zâviye/Tekke, then it began to be known as Mevlevîhâne towards the end of the XVI. century and became official as Ermenek’s Mevlevîhâne/Tekke. The fact that Şeyhi Seyyid Ali Dede’s son who go by the name of Ermenek Şeyhîzade, Mehmed Kadrî Dede has led to Istanbul-Beşiktaş Mevlevîhâne for 33 years and Sultan Mahmud II frequently visited him and shaikh educated an important ney virtuoso, shows Mevlevihane’s importance. In this study, for the first time surface researchs at the location discovered that Ermenek Mevlevihane -included in Taşbaşı District- which is near the last shaikh Hüsameddin Dede’s home, the other dervish lodges, Pirpınarı Masjid are combined with tunnels or with local terminology “örtme’s”. When semâhâne of Mevlevihane lost its function and got turned into an –official- Tekke Masjid, last shaikh Hüsameddin Dede got appointed to the masjid imamate in 1923 and Dede’s living grandsons have confirmed these points. With berat (charter/edict) Ermenek Mevlevihane’s partial name and repaired inscription was left at the top of doors of Tekke Mosque which was built in 1994 to replace the Masjid.
Keywords: Ermenek, Mevlevîhâne, Tekke, Zaviyah, Berat.
Uploads
Papers by ali üremiş
Türkiye Selçuklularının bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün devletlerini içine alan Bilâdü’ş-Şâm/Şam Bölgesi/Doğu Akdeniz Çevresi’nde başlattığı zorlu mücadelenin ciddi nedenleri olmalıdır. Bunlar; bölgeye hâkim güçlerle/Büyük Selçuklular ve halefleriyle rekabet, tarihi hak iddiaları, kendilerini destekleyecek Türkmenlerin yollarını açık tutmak, İslâm medeniyetinin gözde yerlerini elde ederek o âlemin liderliğini üstlenmek şeklinde özetlenebilir. Coğrafyanın; Anadolu, Mısır ve Irak gibi önemli kültür merkezleri arasında köprü vazifesi yapıp birbirleri için jeopolitik/jeostratejik açıdan emniyet/tehdit unsuru oluşturması, çeşitli yollar üzerinde bulunması gibi cezbedici nitelikleri de unutulmamalıdır. Dolayısıyla bölge her devirde, ele geçirmek/kontrol etmek için türlü mücadelelerin verilip bitmez tükenmez çatışmaların yaşandığı savaş alanı olmaya mahkûm olmuştur.
Şam ve el-Cezire bölgesinin kontrolü sağlanmadan Anadolu’nun elde tutulmasının zorluğunu anlayan Türkiye Sultanlarının, bu coğrafyaya yönelik devlet geleneğine dönüşen politikaları; Büyük Selçuklulardan sonra Zengîler (1127-1233) ve Eyyûbîler (1175-1260) engeline çarpmıştı. İnişli çıkışlı seyirle ciddi çatışmalar yaşanmadan önemli merhaleler katedilmişse de İzzeddin Keykâvus zamanında (1211-1220) ilişkiler gerginleşmiştir. Zira bölgede hâkimiyet kuranların desteği sağlanmadan/bazılarıyla birlikte hareket edilmeden oralarda olunamayacağı; yaşananlara rağmen tam idrak edilebilmiş değildir. Durumu kavradığı anlaşılan I. Alâeddin Keykubâd (1220-1237) ise muazzam tasavvurlarını ilk günden gerçekleştirmeye başlamıştır. Yeterli birikime/donanıma sahip, uzak görüşlü Türkiye Sultanı devletine ikbal dönemini yaşattığı halde, çatışmacılık yerine uzlaşmacı/dostane münasebetleri öne almıştır. Çünkü Keykubâd, İslâm dünyasına çığ gibi yönelen Moğol afetini vaktinde algılayıp bu amansız sürecin teğet geçmesini tasarlamıştır. Şehirlerinin kale ve surlarını inşa/tahkim ederken Anadolu’daki Türk birliğini sağlayıp civarındaki komşularıyla siyasî, askerî ve -Eyyûbî melikesiyle evlenmek, oğlunu Gürcü kraliçesinin kızıyla nişanlamak gibi- sulh yöntemleriyle dost/müttefiklerini çoğaltmıştır. İslâm dünyası liderliğinin sorumluluğu bilinciyle hareket etmiş, Harzemşâhlar hatta çoğu beylikle mücadelesinde bile Eyyûbîlerin desteğini almaya çalışmıştır. Moğolları uzaklarda karşılama gayesiyle, orta çağın muhkem yerlerinden olan Amid’i; stratejik/lojistik üsse dönüştürmeyi hedeflemiştir.
Bölgeyle irtibatı yoğun şehir ve kaleleri ele geçirdiğinde Eyyûbîler gibi tahrip ve halkına eziyet yerine, tahkim edip görevlendirilecekleri; devlete/millete düşkün ve vakarlı kişilerden seçmiştir. Gerektiğinde Eyyûbîlere karşı siyasî/askerî usullere başvuran Keykubâd; tasavvurlarını, yeni sıhrî akrabalıklarla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Mesela zehirlenmeden, büyük doğu seferi arifesinde açıkladığı ülke yöneticilerinin tespiti meselesi; Şam tahtının adayı oğlunu, kayınbiraderi Eşref’in kızıyla önceden nikâhlaması oldukça önemlidir. Şam bölgesinin kontrolü sağlanabilirse orada ve Anadolu’da Eyyûbî Prensesi eşinden doğan iki kardeşin bulunması, Eyyûbî toprakları üzerinde Selçuklu hâkimiyetinin tesisini kolaylaştıracaktır. Alanya’daki kitabelerdeki unvanlarda ...Arap, Acem ve Şam hâkimi (Ortadoğu Sultanı), İslâm âleminin siyasî/dünya lideri tabir/tavsifleri dikkate değer gözükmektedir. Kendisi bu sıfatlara, ülkesini de dünya devleti hedefine ulaş/tır/amaması durumunda bu tarihî misyonu; Eyyûbî kanı taşıyan iki evlâdının, dayılarının desteğiyle tahakkukuna zemin oluşturmuştur. Münasebette bulunduğu devletlerle hatta yerel güçlerle yapıcı ve uzlaş/tır/ıcı tutumlarla, sulh, dostluk ve nikâh-akrabalık bağları kurmuştur. Enerjisini boşa harcamadan büyük tasavvurlarını gerçekleştirme odaklı hareketleri sebebiyle Eyyûbîlerin çoğunun himayesini istemeye koştuğu Keykubâd; Şam bölgesindeki hâkimiyet mücadelesi bayrağını zirveye çıkarmıştır.
(ö. 1191/1777)
Trabzonlu âlim, mutasavvıf ve Mevlevî Dedesi.
XVIII. yy.da yaşayan Trabzonlu Köseç Ahmed Efendi hakkındaki malumatın yetersizliği bir yana isim, lâkap benzerlikleri, muasırlarıyla birlikte önceki asırdakilerle de karıştırılmasına yol açan bilgiler, günümüze kadar müellifin hayatının, vefat tarihinin, hatta eserlerinin karışıklıklar içerisinde kalmasına sebep olmuştur.
Müellifin irtihalinden (1777) altı yıl sonra çile çıkarmaya geldiği Mevlâna Dergâhı’nda müritlerden, tesirinden kurtulamadıkları Ahmed Dede’nin ilmini, hatıralarını, vefatını dinleyip kabrini gören Şeyh Gâlib (ö. 1799)’i; biraz da bu psikolojinin etkileri, onun ve Tuhfesinin ölümsüzleşmesini sağlayacak olan es-Sohbetü’s-Sâfiye isimli “Tâlikât”ı yazmaya sevk etmiştir. Gâlib’in yanı sıra Ali Nutkî Dede, Esrar Dede, Bahâeddîn Veled Çelebi, A. Remzi Akyürek ve F. Nafiz Uzluk gibi Mevlevî büyüklerinin özel ilgi gösterdikleri Tuhfe üzerinde günümüze kadar bazı çalışmalar yapılmıştır.
Müellifin, Nakşî ve Halvetî iken Mevlevîliğe intisap ettikten sonra yazdığı bu eser; Arapça olmasının da tesiriyle kendisiyle aynı kaderi paylaşmıştır. Zira III. Selim’in Mevlevîliğe intisabına vesile olmaya varıncaya kadar yaşadığı asra damgasını vuran XVIII. yy’ın ünlü şâir ve mutasavvıfı Şeyh Gâlib’in yazdığı “es-Sohbetü’s-Sâfiyye” isimli tâlikâtla karıştırılmıştır. Bu yüzden Tuhfetü’l-Behiyye’nin Köseç Ahmed Dede’ye ait olduğu ortaya konulup nüshaları tanıtıldıktan sonra üzerinde yapılan çalışmalar ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Mevlevîliğin unutulmaya yüz tutan ve öğrenilmesi zorlaşan esaslarını meydana çıkarma bakımından ciddi katkılar sağlaması sebebiyle, ileri gelen Mevlevî büyüklerinin farklı seviyelerde ilgi gösterdiği risalenin; Mevlevilik açısından yerinin ne kadar önemli olduğu, dolayısıyla bilim dünyasının daha titiz incelemelerine muhtaç bulunduğu vurgulanmaya çalışılmıştır.
İslâm devletinin fetih amacıyla başlattığı askerî ve siyasî hareketlerin ve elde edilen başarıların sürekliliği için bilhassa stratejik ehemmiyeti hâiz belde ve bölgeler özel bir önem kazanmıştır. Bunun teessüsü için bu tür yerlerin alınması ve buralarda hâkimiyetin pekiştirilmesinde yalnızca askerî tedbirler yetmemekte, ayrıca dînî-kültürel bazı altyapılar oluşturulmaktadır. Yukarıda bahse konu hadis ve sair rivayetlerde de bu amaçlar çok fazla yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açıklıkla vurgulanmaktadır.
Key Words: Kılıç Arslan II, Manuel, Karamıkbeli (Myriokephalon), Seljukian, Eastern Anatolia, Policy.
Book Reviews by ali üremiş
Müdevver, VII Bölümden oluşan eserinin Sunuş yazısında, çalışmasının; asırlar boyu süren Arap-Ermeni dostluk ve kardeşliğini güçlendirmesini, kültürel alışverişe katkıda bulunmak suretiyle bu iki milletin dayanışmasını arttırmasını temenni ettiğini belirtir. Önsözde geçmişten günümüze Ermenilerin tarih ve medeniyetini, diğer milletlerle münasebetlerini anlatan Arapça bir araştırmanın kendilerinde olmayışından kaynaklanan boşluğu doldurmak amacıyla telife yöneldiğini vurgular. Akabinde eserin muhtevasıyla ilgili bilgi sunar.
eserde, Osmanlı Devletini parçalama projeleri çerçevesinde sunî olarak ortaya çıkarılan "Ermeni meselesi" ve her geçen gün hâdisenin "uluslar arası güçlerin sorunu" hâline getirilişi bir Ermeni propagandacısı edasıyla, sistemli şekilde, Araplara da sunulmuştur. Bu sebeple araştırma hakkında, hiçbir zaman tam anlamıyla devlet olma vasfı kazanamayan Ermenilerin, kendi siyasî tarihlerini ve diğer tüm tezlerini telkin ve ispat için çeşitli dillerde yayınlanmış veya yayınlatılmış olan “propaganda türü kitaplardan” birisidir demek mübalâğa olmasa gerektir. Ayrıntılı bir inceleme ve eleştiri süzgecinden geçirilen eser; ilmî olmaktan ziyade siyasî, ideolojik vb. maksatlarla yazılan kitapların geniş bir özeti mahiyetinde olsa da Arapçaya vâkıf bir kimseyi, pek çok Ermeni tarihine veya tarihçisinin görüşlerine aynı anda ulaştırmış olacağından, dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.
Muhammed b. Kâsım es-Sekafî'nin muâsırı meçhul bir müellif; onun, 712-715 yılları arasında Sind beldelerinde -yaklaşık olarak bugünkü Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in yer aldığı toprakların bir kısmı- gerçekleştirdiği icraatı detaylı şekilde anlatan Arapça bir eser kaleme almıştır. Bu eser uzunca bir aradan sonra, komutan Ali b. Hâmid b. Ebî Bekr el-Kûfî tarafından, Aşağı Pencap ve Sind’in Gur'lu hükümdarı Nâsıruddin Kabaca'ya (1206-28) sunulma, karşılığında da hem dünyevî iltifat ve mükâfata nâil olma, hem de Horasan'dan Anadolu'ya kadar her bölgenin fethini uzun uzun anlatan kitaplar bulunduğu halde, Keşmir'den Kanauç'a dek İslâm'ın çeşitli kurumlarıyla birlikte yöredeki yayılışını ortaya koyma hususundaki eksikliği giderme gayesiyle tasnif olunmuştur.
Ali Kûfî'nin VII. yy’ın başlarına kadar giden çalışmasının önemini pek çok araştırmacı fark etmiş, Elliot ve Dowson eserlerinde Fetihnâme'den geniş ölçüde yararlanarak neredeyse tümden yayınlanmışlardır. Dâvud Bûta’nın esaslı şekilde tahkik edip Farsça olarak 1939'da Delhi'de yayınladığı eserin baskı ve usulünü esas alan Baloch, Fathnamah-i Sind (Chachnāmah) adı altında 1983'te İslâmabad'da neşretmiştir. Bunu Süheyl Zekkâr da Arapçaya çevirerek, aynı isimleri iç kapağına bırakıp Fethu's-Sind adıyla 1992’de Beyrut'ta yayınlamıştır. Burada, çeşitli dillere çevrilmiş olan eseri; Arapça kaynaklarla da karşılaştırarak incelemeli bir şekilde, Türkçemize kazandırmaya çalıştığımızı da haber verelim.
Hind ve Sind Beldelerinde Emeviler, Gazneliler, Gurlular vs. gibi bahsi geçen devletler tarafından yapılan İslâm fetihlerini bir arada ele alan, özellikle de Arapça herhangi bir eserin şimdiye kadar yazılmamış olmasından hareketle, bu eksiklikleri gidermeye yönelik olarak gerçekleştirdiği çalışmada, pek çok bölümü itibariyle bilinenler tekrarlanmış ve yeni bir şey ortaya konulamamıştır. Ancak, Bilâd-ı Hind ve Sind'in Türkler eliyle nasıl fethedilip, yine bölgedeki İslâmlaşmanın da oldukça önemli bir oranda Türkler tarafından hangi safhalardan geçerek gerçekleştirildiği büyük bir vukûfiyetle araştırmacı tarafından ana kaynaklara dayanılarak gözler önüne serilmiştir. Daha çok Arap dünyasına dönük olarak hazırlanan çalışmadan, Türk araştırmacıların da müstağni kalmamasını faydalı olacağı düşünülmektedir.
Conference Presentations by ali üremiş
Anahtar Kelimeler: Ermenek, Mevlevîhâne, Tekke, Zâviye, Berat.
ABSTRACT
Ermenek, which is in the middle of Taseli Region, was the motherland for the Karaman Turkomans, for a while the city became the first capital of the Karamanogullari and then the center of the İçel sanjak. For these reasons the city supported that environment to the mystical institutions and turned into an important city of politics, culture and art. The Zawiyah and other public buildings constructed in 1334 by Karamanoğlu Halil Bey, confirm this theory. In this study, a document dated 1205/1791, shows that the worship and social places of the Mevlevi tekkes, zawiyahs, and mevlevîhânes were supported by the state in Ermenek too. Because of the building name, construction date, location, etc. issues confusions were caused by the name Halil Bey Zâviye/Tekke, then it began to be known as Mevlevîhâne towards the end of the XVI. century and became official as Ermenek’s Mevlevîhâne/Tekke. The fact that Şeyhi Seyyid Ali Dede’s son who go by the name of Ermenek Şeyhîzade, Mehmed Kadrî Dede has led to Istanbul-Beşiktaş Mevlevîhâne for 33 years and Sultan Mahmud II frequently visited him and shaikh educated an important ney virtuoso, shows Mevlevihane’s importance. In this study, for the first time surface researchs at the location discovered that Ermenek Mevlevihane -included in Taşbaşı District- which is near the last shaikh Hüsameddin Dede’s home, the other dervish lodges, Pirpınarı Masjid are combined with tunnels or with local terminology “örtme’s”. When semâhâne of Mevlevihane lost its function and got turned into an –official- Tekke Masjid, last shaikh Hüsameddin Dede got appointed to the masjid imamate in 1923 and Dede’s living grandsons have confirmed these points. With berat (charter/edict) Ermenek Mevlevihane’s partial name and repaired inscription was left at the top of doors of Tekke Mosque which was built in 1994 to replace the Masjid.
Keywords: Ermenek, Mevlevîhâne, Tekke, Zaviyah, Berat.
Türkiye Selçuklularının bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün devletlerini içine alan Bilâdü’ş-Şâm/Şam Bölgesi/Doğu Akdeniz Çevresi’nde başlattığı zorlu mücadelenin ciddi nedenleri olmalıdır. Bunlar; bölgeye hâkim güçlerle/Büyük Selçuklular ve halefleriyle rekabet, tarihi hak iddiaları, kendilerini destekleyecek Türkmenlerin yollarını açık tutmak, İslâm medeniyetinin gözde yerlerini elde ederek o âlemin liderliğini üstlenmek şeklinde özetlenebilir. Coğrafyanın; Anadolu, Mısır ve Irak gibi önemli kültür merkezleri arasında köprü vazifesi yapıp birbirleri için jeopolitik/jeostratejik açıdan emniyet/tehdit unsuru oluşturması, çeşitli yollar üzerinde bulunması gibi cezbedici nitelikleri de unutulmamalıdır. Dolayısıyla bölge her devirde, ele geçirmek/kontrol etmek için türlü mücadelelerin verilip bitmez tükenmez çatışmaların yaşandığı savaş alanı olmaya mahkûm olmuştur.
Şam ve el-Cezire bölgesinin kontrolü sağlanmadan Anadolu’nun elde tutulmasının zorluğunu anlayan Türkiye Sultanlarının, bu coğrafyaya yönelik devlet geleneğine dönüşen politikaları; Büyük Selçuklulardan sonra Zengîler (1127-1233) ve Eyyûbîler (1175-1260) engeline çarpmıştı. İnişli çıkışlı seyirle ciddi çatışmalar yaşanmadan önemli merhaleler katedilmişse de İzzeddin Keykâvus zamanında (1211-1220) ilişkiler gerginleşmiştir. Zira bölgede hâkimiyet kuranların desteği sağlanmadan/bazılarıyla birlikte hareket edilmeden oralarda olunamayacağı; yaşananlara rağmen tam idrak edilebilmiş değildir. Durumu kavradığı anlaşılan I. Alâeddin Keykubâd (1220-1237) ise muazzam tasavvurlarını ilk günden gerçekleştirmeye başlamıştır. Yeterli birikime/donanıma sahip, uzak görüşlü Türkiye Sultanı devletine ikbal dönemini yaşattığı halde, çatışmacılık yerine uzlaşmacı/dostane münasebetleri öne almıştır. Çünkü Keykubâd, İslâm dünyasına çığ gibi yönelen Moğol afetini vaktinde algılayıp bu amansız sürecin teğet geçmesini tasarlamıştır. Şehirlerinin kale ve surlarını inşa/tahkim ederken Anadolu’daki Türk birliğini sağlayıp civarındaki komşularıyla siyasî, askerî ve -Eyyûbî melikesiyle evlenmek, oğlunu Gürcü kraliçesinin kızıyla nişanlamak gibi- sulh yöntemleriyle dost/müttefiklerini çoğaltmıştır. İslâm dünyası liderliğinin sorumluluğu bilinciyle hareket etmiş, Harzemşâhlar hatta çoğu beylikle mücadelesinde bile Eyyûbîlerin desteğini almaya çalışmıştır. Moğolları uzaklarda karşılama gayesiyle, orta çağın muhkem yerlerinden olan Amid’i; stratejik/lojistik üsse dönüştürmeyi hedeflemiştir.
Bölgeyle irtibatı yoğun şehir ve kaleleri ele geçirdiğinde Eyyûbîler gibi tahrip ve halkına eziyet yerine, tahkim edip görevlendirilecekleri; devlete/millete düşkün ve vakarlı kişilerden seçmiştir. Gerektiğinde Eyyûbîlere karşı siyasî/askerî usullere başvuran Keykubâd; tasavvurlarını, yeni sıhrî akrabalıklarla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Mesela zehirlenmeden, büyük doğu seferi arifesinde açıkladığı ülke yöneticilerinin tespiti meselesi; Şam tahtının adayı oğlunu, kayınbiraderi Eşref’in kızıyla önceden nikâhlaması oldukça önemlidir. Şam bölgesinin kontrolü sağlanabilirse orada ve Anadolu’da Eyyûbî Prensesi eşinden doğan iki kardeşin bulunması, Eyyûbî toprakları üzerinde Selçuklu hâkimiyetinin tesisini kolaylaştıracaktır. Alanya’daki kitabelerdeki unvanlarda ...Arap, Acem ve Şam hâkimi (Ortadoğu Sultanı), İslâm âleminin siyasî/dünya lideri tabir/tavsifleri dikkate değer gözükmektedir. Kendisi bu sıfatlara, ülkesini de dünya devleti hedefine ulaş/tır/amaması durumunda bu tarihî misyonu; Eyyûbî kanı taşıyan iki evlâdının, dayılarının desteğiyle tahakkukuna zemin oluşturmuştur. Münasebette bulunduğu devletlerle hatta yerel güçlerle yapıcı ve uzlaş/tır/ıcı tutumlarla, sulh, dostluk ve nikâh-akrabalık bağları kurmuştur. Enerjisini boşa harcamadan büyük tasavvurlarını gerçekleştirme odaklı hareketleri sebebiyle Eyyûbîlerin çoğunun himayesini istemeye koştuğu Keykubâd; Şam bölgesindeki hâkimiyet mücadelesi bayrağını zirveye çıkarmıştır.
(ö. 1191/1777)
Trabzonlu âlim, mutasavvıf ve Mevlevî Dedesi.
XVIII. yy.da yaşayan Trabzonlu Köseç Ahmed Efendi hakkındaki malumatın yetersizliği bir yana isim, lâkap benzerlikleri, muasırlarıyla birlikte önceki asırdakilerle de karıştırılmasına yol açan bilgiler, günümüze kadar müellifin hayatının, vefat tarihinin, hatta eserlerinin karışıklıklar içerisinde kalmasına sebep olmuştur.
Müellifin irtihalinden (1777) altı yıl sonra çile çıkarmaya geldiği Mevlâna Dergâhı’nda müritlerden, tesirinden kurtulamadıkları Ahmed Dede’nin ilmini, hatıralarını, vefatını dinleyip kabrini gören Şeyh Gâlib (ö. 1799)’i; biraz da bu psikolojinin etkileri, onun ve Tuhfesinin ölümsüzleşmesini sağlayacak olan es-Sohbetü’s-Sâfiye isimli “Tâlikât”ı yazmaya sevk etmiştir. Gâlib’in yanı sıra Ali Nutkî Dede, Esrar Dede, Bahâeddîn Veled Çelebi, A. Remzi Akyürek ve F. Nafiz Uzluk gibi Mevlevî büyüklerinin özel ilgi gösterdikleri Tuhfe üzerinde günümüze kadar bazı çalışmalar yapılmıştır.
Müellifin, Nakşî ve Halvetî iken Mevlevîliğe intisap ettikten sonra yazdığı bu eser; Arapça olmasının da tesiriyle kendisiyle aynı kaderi paylaşmıştır. Zira III. Selim’in Mevlevîliğe intisabına vesile olmaya varıncaya kadar yaşadığı asra damgasını vuran XVIII. yy’ın ünlü şâir ve mutasavvıfı Şeyh Gâlib’in yazdığı “es-Sohbetü’s-Sâfiyye” isimli tâlikâtla karıştırılmıştır. Bu yüzden Tuhfetü’l-Behiyye’nin Köseç Ahmed Dede’ye ait olduğu ortaya konulup nüshaları tanıtıldıktan sonra üzerinde yapılan çalışmalar ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Mevlevîliğin unutulmaya yüz tutan ve öğrenilmesi zorlaşan esaslarını meydana çıkarma bakımından ciddi katkılar sağlaması sebebiyle, ileri gelen Mevlevî büyüklerinin farklı seviyelerde ilgi gösterdiği risalenin; Mevlevilik açısından yerinin ne kadar önemli olduğu, dolayısıyla bilim dünyasının daha titiz incelemelerine muhtaç bulunduğu vurgulanmaya çalışılmıştır.
İslâm devletinin fetih amacıyla başlattığı askerî ve siyasî hareketlerin ve elde edilen başarıların sürekliliği için bilhassa stratejik ehemmiyeti hâiz belde ve bölgeler özel bir önem kazanmıştır. Bunun teessüsü için bu tür yerlerin alınması ve buralarda hâkimiyetin pekiştirilmesinde yalnızca askerî tedbirler yetmemekte, ayrıca dînî-kültürel bazı altyapılar oluşturulmaktadır. Yukarıda bahse konu hadis ve sair rivayetlerde de bu amaçlar çok fazla yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açıklıkla vurgulanmaktadır.
Key Words: Kılıç Arslan II, Manuel, Karamıkbeli (Myriokephalon), Seljukian, Eastern Anatolia, Policy.
Müdevver, VII Bölümden oluşan eserinin Sunuş yazısında, çalışmasının; asırlar boyu süren Arap-Ermeni dostluk ve kardeşliğini güçlendirmesini, kültürel alışverişe katkıda bulunmak suretiyle bu iki milletin dayanışmasını arttırmasını temenni ettiğini belirtir. Önsözde geçmişten günümüze Ermenilerin tarih ve medeniyetini, diğer milletlerle münasebetlerini anlatan Arapça bir araştırmanın kendilerinde olmayışından kaynaklanan boşluğu doldurmak amacıyla telife yöneldiğini vurgular. Akabinde eserin muhtevasıyla ilgili bilgi sunar.
eserde, Osmanlı Devletini parçalama projeleri çerçevesinde sunî olarak ortaya çıkarılan "Ermeni meselesi" ve her geçen gün hâdisenin "uluslar arası güçlerin sorunu" hâline getirilişi bir Ermeni propagandacısı edasıyla, sistemli şekilde, Araplara da sunulmuştur. Bu sebeple araştırma hakkında, hiçbir zaman tam anlamıyla devlet olma vasfı kazanamayan Ermenilerin, kendi siyasî tarihlerini ve diğer tüm tezlerini telkin ve ispat için çeşitli dillerde yayınlanmış veya yayınlatılmış olan “propaganda türü kitaplardan” birisidir demek mübalâğa olmasa gerektir. Ayrıntılı bir inceleme ve eleştiri süzgecinden geçirilen eser; ilmî olmaktan ziyade siyasî, ideolojik vb. maksatlarla yazılan kitapların geniş bir özeti mahiyetinde olsa da Arapçaya vâkıf bir kimseyi, pek çok Ermeni tarihine veya tarihçisinin görüşlerine aynı anda ulaştırmış olacağından, dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.
Muhammed b. Kâsım es-Sekafî'nin muâsırı meçhul bir müellif; onun, 712-715 yılları arasında Sind beldelerinde -yaklaşık olarak bugünkü Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in yer aldığı toprakların bir kısmı- gerçekleştirdiği icraatı detaylı şekilde anlatan Arapça bir eser kaleme almıştır. Bu eser uzunca bir aradan sonra, komutan Ali b. Hâmid b. Ebî Bekr el-Kûfî tarafından, Aşağı Pencap ve Sind’in Gur'lu hükümdarı Nâsıruddin Kabaca'ya (1206-28) sunulma, karşılığında da hem dünyevî iltifat ve mükâfata nâil olma, hem de Horasan'dan Anadolu'ya kadar her bölgenin fethini uzun uzun anlatan kitaplar bulunduğu halde, Keşmir'den Kanauç'a dek İslâm'ın çeşitli kurumlarıyla birlikte yöredeki yayılışını ortaya koyma hususundaki eksikliği giderme gayesiyle tasnif olunmuştur.
Ali Kûfî'nin VII. yy’ın başlarına kadar giden çalışmasının önemini pek çok araştırmacı fark etmiş, Elliot ve Dowson eserlerinde Fetihnâme'den geniş ölçüde yararlanarak neredeyse tümden yayınlanmışlardır. Dâvud Bûta’nın esaslı şekilde tahkik edip Farsça olarak 1939'da Delhi'de yayınladığı eserin baskı ve usulünü esas alan Baloch, Fathnamah-i Sind (Chachnāmah) adı altında 1983'te İslâmabad'da neşretmiştir. Bunu Süheyl Zekkâr da Arapçaya çevirerek, aynı isimleri iç kapağına bırakıp Fethu's-Sind adıyla 1992’de Beyrut'ta yayınlamıştır. Burada, çeşitli dillere çevrilmiş olan eseri; Arapça kaynaklarla da karşılaştırarak incelemeli bir şekilde, Türkçemize kazandırmaya çalıştığımızı da haber verelim.
Hind ve Sind Beldelerinde Emeviler, Gazneliler, Gurlular vs. gibi bahsi geçen devletler tarafından yapılan İslâm fetihlerini bir arada ele alan, özellikle de Arapça herhangi bir eserin şimdiye kadar yazılmamış olmasından hareketle, bu eksiklikleri gidermeye yönelik olarak gerçekleştirdiği çalışmada, pek çok bölümü itibariyle bilinenler tekrarlanmış ve yeni bir şey ortaya konulamamıştır. Ancak, Bilâd-ı Hind ve Sind'in Türkler eliyle nasıl fethedilip, yine bölgedeki İslâmlaşmanın da oldukça önemli bir oranda Türkler tarafından hangi safhalardan geçerek gerçekleştirildiği büyük bir vukûfiyetle araştırmacı tarafından ana kaynaklara dayanılarak gözler önüne serilmiştir. Daha çok Arap dünyasına dönük olarak hazırlanan çalışmadan, Türk araştırmacıların da müstağni kalmamasını faydalı olacağı düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ermenek, Mevlevîhâne, Tekke, Zâviye, Berat.
ABSTRACT
Ermenek, which is in the middle of Taseli Region, was the motherland for the Karaman Turkomans, for a while the city became the first capital of the Karamanogullari and then the center of the İçel sanjak. For these reasons the city supported that environment to the mystical institutions and turned into an important city of politics, culture and art. The Zawiyah and other public buildings constructed in 1334 by Karamanoğlu Halil Bey, confirm this theory. In this study, a document dated 1205/1791, shows that the worship and social places of the Mevlevi tekkes, zawiyahs, and mevlevîhânes were supported by the state in Ermenek too. Because of the building name, construction date, location, etc. issues confusions were caused by the name Halil Bey Zâviye/Tekke, then it began to be known as Mevlevîhâne towards the end of the XVI. century and became official as Ermenek’s Mevlevîhâne/Tekke. The fact that Şeyhi Seyyid Ali Dede’s son who go by the name of Ermenek Şeyhîzade, Mehmed Kadrî Dede has led to Istanbul-Beşiktaş Mevlevîhâne for 33 years and Sultan Mahmud II frequently visited him and shaikh educated an important ney virtuoso, shows Mevlevihane’s importance. In this study, for the first time surface researchs at the location discovered that Ermenek Mevlevihane -included in Taşbaşı District- which is near the last shaikh Hüsameddin Dede’s home, the other dervish lodges, Pirpınarı Masjid are combined with tunnels or with local terminology “örtme’s”. When semâhâne of Mevlevihane lost its function and got turned into an –official- Tekke Masjid, last shaikh Hüsameddin Dede got appointed to the masjid imamate in 1923 and Dede’s living grandsons have confirmed these points. With berat (charter/edict) Ermenek Mevlevihane’s partial name and repaired inscription was left at the top of doors of Tekke Mosque which was built in 1994 to replace the Masjid.
Keywords: Ermenek, Mevlevîhâne, Tekke, Zaviyah, Berat.