Ahmet Kilinc
Assoc. Prof. Dr. Ahmet KILINÇ, LLB, LLM, PhD, finished his undergraduate at Kırıkkale University Law Faculty in Turkey in 2003. After defended his master thesis, “Analyzing The Ottoman State’s First Constitution (Kanu-I Esasi) interms of human rights”, in 2005 at Kırıkkale University Social Science Institute Public Law Department, he started his Public law Doctorate education at Gazi University Social Science Institute Public Law Department in Turkey in 2007. Dr. KILINÇ’s PhD dissertation is “Parading(tashhir) as a kind of penalty in Ottoman Criminal Law” which was defended in 2013 and published as a book in 2014 by Adalet Publish house. He finished his law apprenticeship at İstanbul Bar Association in 2004 and got his attorney’s license and notarial certificate. He worked as a research assistant at Kırıkkale University and Gazi University between the years 2004 and 2013. Since 2013 he is an Assist. Prof. Dr. at Yıldırım Beyazıt University Law Faculty. He served as the vice dean of the faculty between 2014 and 2018. He has been the head of History of Law Department at the Faculty since 2013. He went to the USA, Germany, Italy, Japan, Kosova, Moldova and Macedonia for academic research, presenting an edict etc. in different times. He has been a Japanside researcher of a Project at Kobe University supported by JSPS since 2016 and taught some lectures about Islam and/or Ottoman at Kobe University as a visiting research fellow in 2018. He has a lot of articles which were published in international and national refereed journals. One of the article of him, The Legal Analyse Of Penal Servitude On The Galleys In Old Ottoman, won a reward from Yıldırım Beyazıt University. He has been invited so many conferences such as the International conference on judicial ethics, organized by Justice Ministry of Turkey. He has been teaching Turkish History of Law course in Undergratuade program in law faculty, Methodologies of law and technical of scientific research, Introduction to Law, Ottoman Criminal Law, Ottoman Law system, Ottoman Judicial System courses in graduate and doctorate program in the public law department. He has been managed several master and PhD theses.
Supervisors: Prof. Dr. Halil CİN, Prof. Dr. Ahmet BİLGİN, Prof. Dr. Gül AKYILMAZ
Address: Yıldırım Beyazıt University Faculty of Law
Supervisors: Prof. Dr. Halil CİN, Prof. Dr. Ahmet BİLGİN, Prof. Dr. Gül AKYILMAZ
Address: Yıldırım Beyazıt University Faculty of Law
less
Related Authors
Muqtedar Khan
University of Delaware
Armando Salvatore
McGill University
Gregory Hanlon
Dalhousie University
Martin van Bruinessen
Universiteit Utrecht
Liliana Obregón
Universidad de los Andes (Colombia)
nurhafilah musa
National University of Malaysia
Kim Shively
Kutztown University
Antonio Banfi
Università degli Studi di Bergamo (University of Bergamo)
Lorenzo Gagliardi
Università degli Studi di Milano - State University of Milan (Italy)
Ruud Peters
University of Amsterdam
InterestsView All (16)
Uploads
Papers by Ahmet Kilinc
(Imitation) and The Period of Codification and New Ijtihad (jurisprudence). These
periods correspond to the Ottoman State’s period. According to the chronological
period, Ottoman law has a dual distinction: the classical period and the post-Tanzimat
period.
During the taqlid period, which coincided with the classical period of the
Ottoman State, many Fiqh books, annotations (haşiye), commentaries (şerh) and fatwa
books were published. However, in the period the line of law created by the previous
period was not exceeded. The Ottoman State placed emphasis on Shaykh al-Islam,
applied “official (madhab) sect” and encouraged the formation of sultanic law.
The period of codification and new ijtihad coincides with the post-Tanzimat
period of the Ottoman State. In this period when both domestic and western laws
emerged and the official sect understanding was not carried out for all laws and
modern-style laws were enacted. Distinct perspectives were discussed in the field of law,
while some thinkers considered it necessary to codify western law/norms through the
reception method; other lawyers have argued the codification of domestic legal rules.
As a result, both views were reflected in practice, and this reflection created a dual legal
system which caused some serious problems.
The Ottoman state has a very significant place in the development of Islamic
Law. The laws it enacted were implemented in other countries even after it collapsed,
and the laws it prepared set an example for other Islamic states even today.
aktarmıştır. Bunların dışında yerli çabalarla oluşturulmuş Mecelle gibi bazı kanunlar da yürürlükte olmuştur. Batılı
devletler Mecelle’nin Muhtelit Mahkemelerde uygulanmasından rahatsız olmuşlar ve pek çok fırsatta bu rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Çalışmada Batılı devletlerin bu rahatsızlıklarını konu edinen resmi belge incelenmiştir.
Bu bağlamda çalışmada öncelikle Osmanlı Hukuku’nun ilgili dönemdeki genel bir manzarasına yer verilmiş; ardından ilgili belgenin özeti kısaca aktarılmıştır. Bunu takiben Karma Ticaret Mahkemelerinde Mecelle’nin uygulanması meselesine değinilmiş, daha sonra da çalışma konusu belgede değinilen bazı temel hukuki sorunlara temas
edilmiştir. Belgede Mecelle’nin günün sosyal ve ticari koşullarına uygun olmadığından yakınılmış ve Mecelle’nin
tadili tavsiye edilmiştir. Ancak belgede zikredilen somut normlar tahlil edildiğinde, bu eleştirilerin sağlam temellere
dayanmadığı görülmektedir. Ayrıca örfi hukuk vasıtası ile farklı hukuk anlayışları, toplumsal ve ticari hayatta yaşanan gelişmeler normatif hale getirilmiştir. Keza belgeye imza atan ülkelerin kendi iç hukuklarında da Mecelle’ye
paralel hükümlere sahip olması, tenkitlerin bilimsel olmadığını ortaya koymaktadır. Çalışma, Batılı devletlerin, hukukumuzun gelişmesi konusunda rasyonel olmadıklarını ortaya koymaktadır.
müessesedir. Şuhûdü’l hâle sadece kadının yargılama faaliyeti yaptığı sırada değil, yargılama faaliyeti dışındaki
vazifelerinde de rastlanılmaktadır. Belgelerin hukuki geçerliğini sağlatmada rol oynayan ve ispat vasıtası olan
Şuhûdü’l hâl, yargılamanın aleniliği, denetimi ve kadının tarafsız ve bağımsız şekilde karar vermesine de katkı
sağlamaktadır. Bu çalışma, konuyu hukuk tarihi perspektifi ile ele alması, Şuhûdü’l hâl üyelerinin Osmanlı
toplumsal yapısındaki statü ve mesleklerine odaklanması ile nispeten farklılık arz etmektedir. Çalışma belirli bir
yüzyıla ya da bölgeye odaklanmamış, ancak özellikle klasik dönem şer’iyye sicillerindeki verilerden yararlanmıştır.
Araştırma neticesinde varılan sonuçları şu şekilde ifade etmek mümkündür: Statü ve meslekler, yargı faaliyeti
gerçekleştirilirken Şuhûdü’l hâlin hazır bulundurulmasına ayrı bir anlam katmaktadır. Hem askerî hem de reaya
sınıfından kişilerin Şuhûdü’l hâlde yer alması, bu heyeti toplumun bir aynası konumuna sokmaktadır. Müderris,
müftü gibi kişilerin heyetteki varlıkları hukukun pratik ve teorik boyutunun bir arada olmasını sağlamıştır. Halk
arasında itibar gören ilmiye sınıfından kimselerin huzurunda karar verilmesi hükümlerin meşruiyet kazanmasında
etkili olmaktadır. Ehl-i örften sadrazam, beylerbeyi gibi görevlilerin heyetteki konumu, müessesenin önemini
ortaya koymaktadır. Reayaya dâhil olan üyeler incelendiğinde zimmilere, esnaf ve zanaatkârlara, meslek ustalarına
ve lonca teşkilatındaki kethüdalara, aynı mahkemede görülen diğer davaların taraf ve şahitlerine toplumun her
kademesinden halka, nadir de olsa kadınlara kadar oldukça çeşitlilik barındıran bir heyet olduğu görülmektedir. Bu
durum kararın toplum nazarında kabullenilmesinde önemli bir role sahiptir. Osmanlı tecrübesi, yargılamanın
aleniliğinin kural olarak mecburi tutulması ve hâkimi toplumun her kesiminden kişinin izlemesi ile verilecek
kararların toplum vicdanındaki adalet duygusunu pekiştirdiğini ortaya koymaktadır.
The study tried to reveal how the administration of the Armenians under Ottoman rule was formed in the 17th century. In doing so, the authorities and responsibilities of the patriachers based on the archive documents, especially the Qadi records, were analyzed at the center. The different forms of government, which the literature refers to as the “Millet system” and the “spiritual İltizam system”, have been examined in terms of the Armenians. The study focused on 17th century, where all the Armenians’ ethereal centers are dominated by the Ottoman State. It emphasized the Armenian patriachs’ relations with them and the Ottoman State. These point of views distinguishes the study from other written studies on this topic. These are the results of the study. In the aforementioned century, the presence of three patriachs, including Eçmiyazin, Jerusalem and Istanbul, was seen in the archival records. The geographical authority and the places where each of the patriachs are responsible are determined in detail in their own Berat, decision of the Sultan's assignment. The fact that the Armenian Church was multi-headed pre-Ottoman Ottoman rule also brought the continuation of many spiritual centres under Ottoman rule. The state wants to provide social legitimacy by not touching the situation prior to conquest as much as possible. Although the Ottoman administration tried to highlight the patriachs of Istanbul, it did not put it on top of other churches. There have been conflicts of authority As in the example of the distribution of Belesan oil among the patriachs , These disputes have been resolved by the Ottoman administration. In this way, it is seen that the state prevents the freedom of religion and conscience, even against the Armenians themselves. It is seen that the authorities and responsibilities of the Patriach are different from each other according to their own Berat. The patriachs used their authority under the auspices of the State. But this logrolling has also been the instrument of supervision of themselves. In this century, it has been difficult for the patriachs to maintain order within their jurisdiction and to ensure its authority. It is seen that they overcome these difficulties on the occasion of the Ottoman administration. The records indicate that in this century, Armenians were governed by “spiritual Iltizam systems”. However, The Ottoman Empire focused on the absence of problems among the Armenians themselves and the State, rather than the name and characteristics of the system. In doing so, they considered their own legal, political and financial conditions.
olan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile Malezya İslam Aile Hukuku (Federal Bölge)
Kanunu 1984’ü bütün olarak kıyaslamaktır. Çalışma ile İslam hukukunun dogmatik
yapısının ve içtihâdî özelliğinin anılan kanunlara yansımaları gözlemlenmiştir.
Daha önce böylesi bir kıyaslamanın yapılmaması, işbu çalışmayı nispeten
orijinal kılmaktadır. Çalışmada hem kanun hükümlerine hem de uygulamaya
yer verilmiştir. Varılan sonuçlar şu şekilde özetlenebilir: İki ülkeyi aile hukukunu
kodifiye etmeye iten ortak gerekçe ve tespitler olduğu gibi farklı nedenler
de söz konusudur. IFLA 1984, HAK’a nazaran toplumda daha iyi karşılık
görmüştür. Her iki kanun, devletin aile hukukunu kontrol edecek mekanizmaları,
İslam hukukunda bu yönde zorlayıcı bir hüküm olmamasına rağmen, sıkı ve
detaylı bir şekilde düzenlemiştir. İki kanun da anılan dönemde dört Sünni mezhebin
görüşlerine dayanmışlardır. HAK tecrübesi ve onun açmış olduğu ufkun
IFLA 1984’e faydası olduğu görülmektedir. Ailevi ilişkileri düzenleyen norm-lar, tek çatı altında, derli toplu, modern tarzda, dört Sunnî mezhepten istifade
edilerek, toplumda meydana gelen sosyo-ekonomik, kültürel değişimler göz
önünde bulundurularak net bir şekilde düzenlenmelidir.
The subject of the study is to compare Hukuk-ı Aile Kararnamesi and the
Malaysian Islamic Family Law (Federal Territory) Act 1984 which are the
product of “new jurisprudence and legislation” period of Islamic Legal History.
The study reveals the effects of dogmatic and jurisprudence characteristic of
Islamic law on these enactments. The fact that such a comparison has not been
made before makes this work relatively original. In the study, both the articles
of the enactments and the practices of them are given. The results obtained with
the study are as follows. There are common reasons and determinations that
lead the two countries to codify family law and also there are different reasons.
IFLA 1984, compared to the HAK, has received better response in the society.
Both enactments regulate the articles for the government to control family law
in a strict and detailed manner, although there is no mandatory provision in
Islamic law. The two laws were based on the views of four Sunni sects in the
period mentioned. The experience of HAK and its opening horizon seem to
benefit IFLA 1984. The norms regulating familial relations should be regulated
clearly, under one enactment, in modern style. Also these kinds of norms should
take into account the socio-economic and cultural changes taking place in the
community and use use of four Sunni jurisprudence.
In this study, a document that was written to the governor of the Mediterranean Algeria for execution of a decision adjudged by Meclis-i Vâlâin 1860 was assayed. The legal nature of the document is a summary of the judgment of the criminal court. The judgment has been come to the execution phase. Practitioners of the period made great efforts for adherence to the principle of legality when they were preceding a criminal case. This effort, in the country, contributes to the formation of infrastructure of the rule of law gradually. The judgment shows that the article 171 of the criminal code dated 1858 that was created for prevent from confusion that stemmed from the dual legal system was applied by lawyers in a sensitive manner. Accordingly, we see that the practitioners are in an endeavor to conduct the dual legal system in accord. With the analysis of the judgment, the need occurred for a deep study that covers Meclis-i Vâlâ and Meclis-i Tanzimat which emerged after Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye was divided into two in 1854 and the authorities, working principles and members of these new organs. Another result that the document brought forth is that Meclis-i Vâlâ made judgments as an inferior court on a crime committed in provinces. Likewise , it is seen that Meclis-i Vâlâ takes the place of Meclis-i Tahkikat with the judgment. The judgment also shows that Muslims and non-Muslims are equalized in appeal.
Penal servitude on the galleys (kürek), easily can be found in Official Registers (Mühimme Defterleri), is a kind of discretionary, corrective (ta’zîr) punishment.Under this study it is asserted that this punishment is also a featured imprisonment (hapis).Penal servitude on the galleys was imposed in principle as a substantive penal (asli ceza) and rarely as a complementary (tekmilî) and substitute (bedelî) one. This punishment was both a corporal penalty and restrictive of freedom.Aforementioned punishment was more severe than most of others. Even it was the most severe one, with the exception of death penalty.In principle, this punishment was legal and applied to everyone regardless of the religion and administrative function with the exception of women and slaves. In old Ottoman, persons were sentenced to penal servitude on the galleys in accordance with the principle of individual responsibility. On the other hand some decrees show that personal surety (kefil) could be sent to a galley instead of the convict when the guilty could not have been arrested.Kürek punishment was carried out in accordance with the utilitarian theory. The second aim of this punishment was to warn the others. Due to the severity level of this penalty, it was sentenced by only the order of Sultan (Padishah) (emr-i şerîf) or Imperial Divan (Divân-ı Hümayûn). Padishah was the only one with the authority to release the convict.The attained experience from the kürek punishment in Old Ottoman was that the governments could force the convicts to work in a public service.
It is accepted that abortion is the third type of murder offences (qisas and diyat offences). The punishments of offences against life and bodily integrity exist in the basic resources of Islamic-Ottoman Law. The most important property of these offences is victims and/or successors have right to forgive. The effect of an assault and or battery on abortion is the definition of abortion crime. This situation was written “ilkâ-i cenin” in the Qadı Records. All the Islamic – Ottoman lawyers agree with the punishment for the offence is 500 drachmae silver or equal to this diyat (fine). On the other it is asserted that as a unproductive period in 17th century Medressehs went wrong and there were not qualified officer in Ottoman This study examines whether aforementioned theoretical information was carried out in 17th century Istanbul practice. After specifying the framework of the offence, this study focuses on some important 17th century Istanbul Qadı Records that give significant data about the offence. This study examines only abortion crime in 17th century Istanbul. Researches show us the following conclusions: there were not so many Qadı records about the offence. Lack of the offence in Qadı Records can be explained as follow. The conflict about the offence could be solved without appearing before Qadı, by the way of muslihun. As doctrine mentions, Qadı Records show victims and/or successors forgive the perpetrator. However, it is understood from the Qadı Records that agreement (sulh) was the other way of solving the problem. Qadı records mentioned müstebîn’ûl-hılka in all the abortion cases. This detail shows us that official madhab theory in Ottoman State could be seen in the real life. Dhimmis and public servants could be both victim and perpetrator. Fathers had right to intervene as the principal person. No sooner had the perpetrator committed the offence than victims and or successors bring a lawsuit. Conflicts could be solved before mediators (Muslihuns). Records underline the details of the offence and existence of organs of embryos. It can be understood from Qadı records that Qadı had been taught well and practice the judicial process in the correct way.
ı gazete haberi), latinize ve talılil edilmiştir. Günümüz akademik yazım ilkelerine uygun
yazılmayan eserlerde geniş bir literatür taraması yapıldığı anlaşılmaktadır. Çalışma ile
ortaya çıkan bir takım tespitler şunlardır: Tanzimat Döneminde adam öldürme suçlarında
bazı mirasçılar, şer'iye mahkemesinde kısas davası açmalarına rağmen bu davalarını
takip etmemişlerdir. Bu ise Nizamiye mahkemelerinde verilen idam cezalarının
askıda kalmasına neden olmuştur. Zira idam cezasının infaz edilebilmesi için her iki
mahkemenin de bu yönde karar vermesi gerekmektedir. Bu sorunun çözümü için dönemin
hukukçuları tarafından temyiz merciinin içtihat değiştirmesi yeterli görülmüştür.
Kaynaklar, ülkede mevcut olan düalist hukuk sisteminin, cezalarının tespiti ve infazı
açısından büyük sorunlara neden olduğunu, ancak dönemin hukukçularının da bu sorunlara
çözüm üretme hususunda gayret sarf ettiklerini göstermektedir. İdam cezasının
infazı sırasında geniş bir yargı, kolluk ve belediye personelinin hazır olduğu bu çalışma
ile ortaya konmuştur.
Some Documents About Death Penalty from Tanzimat Period and Their LegalAnalysis
Three documents about death penalty from Tanzimat era have been latinised, and analysed
in this study. It is understood that a wide range ofliterature was researched among
the works that are not compatible with the principle oftoday's academic writing. Some
results ofthis research are these: In the erime ofkilling aman during Tanzimat reform
era, devisees open a retaliation case in Şer'iye court. However, some inheritor did not
follow the cases. This causes the suspension of the death penalties in Nizamiye courts.
Because both Şer'iye court's verdict and Nizmiye court's verdict is necessaryto execute
a death penalty. Lawyers ofthat period assert that this problem could be solved if appellate
authorities change the judicial opinion. Documents indicate that dualist legal
system ofthe country have caused a major problem forthe identification and executionofpunishment, jurists tryto solve these problems. This study demonstrated that a wide
jurisdiction, law enforcement, and municipal stafftook place during the execution of
the death penalty.
reform era were transformed to the Latin alphabet. These articles are about
Yıldırım Bayezid, 4th padishah of the Ottoman State. Based on these articles,
presents information regarding State organizations of the early Ottoman era.
The conclusions of this study demonstrate that: Ottoman researchers should
pay attention to epigraphy sources; Coins are both the symbol of sovereignty
of the state and tool of tax collection and the paying of salary. Analyzed coins
had the characteristics of middle age period of beyliks (principalities) coins.
Yıldırım Bayezid coined four times, and in 792, the year of hegira, was written
upon all of them. This means above-mentioned date is the enthronement
date. Writing the enthronement date upon coins became a tradition after
Yıldırım Bayezid. Yıldırım Bayezid also started the tradition of Tecdid-i Sikke.
Tecdid-i Sikke means that Padishah forbid the currency of former Padishahs
coins, allowed the currency of only his coins. Preferring only writing, date
and prayer upon coins, shows us that Padishah tried to behave accordingly
to Islam. Enthronement ceremony was also carried out for Yıldırım Bayezid.
Rayah, Ottoman citizens, could easily complain their problems to Padishah. It
has been found that Qadı, Judges, were in financial difficulty. Padishah could
also judged and punished ulema, Muslim theologians, scholars and lawyers.
Keyword: khamr, drinking alcohol, hadd punishment, ta'zir punishment, drunkennes
Introduction
There are three research questions of this edict. One of them is what kind of offence was drinking alcohol in accordance with practice. Was it a kind of ta'zir or
hadd punishmet? The other research question is whether or not drinking alcohol was an offence in Ottoman for all the citizen. Was there any exception? The last research question of this edict is which punishments were executed for this offence. The aim of this edict is to find the answers of these questions. In this edict Old Ottoman is investigated, especially the 16th and 17th century. The orginality of this
edict is to be examined the subject under a history of law lecturer's eyes first. This is the first time that a history of law lecturer examined the offence of drinking alcohol in old Ottoman.
Literature Review
Drinking alcohol (khamr) is forbidden in the Quran the first resource of Islamic law. However, the punishment of this offence is not determined in the Quran. Prophet
Muhammed (s.a.a.w) had executed various of punishments for this offence. Acoordingly different punishments were executed in four khalifas' period. Therefore
Islamic doctrine discuss whether this offence is a kind of hadd or ta'zir punishment.
In 2012, Yazıcı, a history lecturer, wrote an article about this offence in old Ottoman. However he ignored the existence of this discussion. Contemporarily Islamic doctrine study about the offence of drinking alcohol with writing thesis and
articles. Yet they did not consider the practice of Ottoman unfortunately. For instance Yıldırım claims that the offence of drinking alcohol is a kind of ta'zir punishment. As a justification, he presents that there is not a punishmet of this offence in the Quran and there are various practices of Prophet Muhammed
This edict Is supported by Yıldırım Beyazıt University, Office of Scientific Research Project.
Bu bildiri, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Bilimsel Araştırmalar Projesi Ofisi tarafından desteklenmiştir.
203
KIUNÇ
(s.a.a.w) about this offence. However he did not mention Ottoman law and
practice. Ottoman law practice can be understood by examining Kadı Sicilleri, court
records. It is seen that the offence of drinking alcohol was accepted as both hadd
and ta'zir punishment in Kadı Sicilleri. According to the hypothesis of this edict, if
the punishment of this offence were a kind of ta'zir, the notion of hadd could not be
written in Kadı Sicilleri. Therefore it should be accepted that the offence of drinking
alcohol is a kind of hadd punishment.
Methods
First of all, the Ouran, the first resource of Islamic law, the Sunnah, the second
resource of Islamic law is reviewed in this edict. Afterwards works of Islamic
doctrine, especially the Hanafi school's works, for example Kltabul Harac by Ebu
Yusuf are analyzed. And also, Kanunnames are the resources of this edict since
Kanunnames are the Ottoman law norms. In order to understand the practice of
Ottoman law, Kadı Sicilleri, especially belonging to Istanbul in 16th and 17th
century, are considered. Based on the concrete records, a general result is
achieved. Therefore the method of this edict is evaluated as inductive method.
Findings and Conclusion
There are two kinds of the offence of drinking alcohol according to Hanefi school.
One of them is drinking khamr. The other one is to be drunk by drinking alcohol
except khamr. These two kinds of this offence are seen in Kadı Sicilleri. This shows
that the offence of drinking alcohol is a kind of hadd punishment. The perpetrator
of this offence can be women, men and askeri that is kind public servant, who are
Muslims. However zimmi, non-Muslim citizen in Ottoman are allowed to drink
alcohol. Hadd, ta'zir, exile, imprisonmet, teşhir (public humiliation) are executed for
this offence under Ottoman practice.
İran İslam Cumhuriyeti devleti, batılı anlamdaki devlet sistemlerinden farklılık
arz etmektedir. Zira bu devlet İslam hukuku prensiplerine ve hatta bu hukukun Caferi
ekolünün anlayışına göre kurulmuştur. Şia inancındaki imamet doktrini, Anayasayla
çok geniş yetkilere sahip olan Rehber kurumuna tekabül etmektedir ve yasama
yürütme ve yargı alanlarında ülkedeki en yetkili kişi Rehberdir. Sistemin yine kendi
içerisinde var olan şura prensibi gereğince, ülkede söz sahibi olan birçok kurum
buna Rehber de dâhil olmak üzere halk tarafından ya da halkın seçtiği temsilciler
tarafından seçilmektedir. Neticede devletin, kendine has özellikleri olan bir hukuk
sistemi çerçevesinde kurulduğunu ve işlediğini ifade edebiliriz.
ABSTRACT
The Islamic Republic of Iran State has a different system from the states in
Europe. Because this state is founded on Caferi ecole that is a cult in Islamic law. The
“imam” in the shi’a cult corresponds to “Supreme Leader” in Iran Constitution who
has broad authority over legislation, enforcement and judiciary. So supreme leader is
the most authorized person in Iran. Accordingly to “shura” principle in Islamic law,
most of the authories in Iran are elected by the people. In conclusion Iran has specifi c
constitional law system.
(Imitation) and The Period of Codification and New Ijtihad (jurisprudence). These
periods correspond to the Ottoman State’s period. According to the chronological
period, Ottoman law has a dual distinction: the classical period and the post-Tanzimat
period.
During the taqlid period, which coincided with the classical period of the
Ottoman State, many Fiqh books, annotations (haşiye), commentaries (şerh) and fatwa
books were published. However, in the period the line of law created by the previous
period was not exceeded. The Ottoman State placed emphasis on Shaykh al-Islam,
applied “official (madhab) sect” and encouraged the formation of sultanic law.
The period of codification and new ijtihad coincides with the post-Tanzimat
period of the Ottoman State. In this period when both domestic and western laws
emerged and the official sect understanding was not carried out for all laws and
modern-style laws were enacted. Distinct perspectives were discussed in the field of law,
while some thinkers considered it necessary to codify western law/norms through the
reception method; other lawyers have argued the codification of domestic legal rules.
As a result, both views were reflected in practice, and this reflection created a dual legal
system which caused some serious problems.
The Ottoman state has a very significant place in the development of Islamic
Law. The laws it enacted were implemented in other countries even after it collapsed,
and the laws it prepared set an example for other Islamic states even today.
aktarmıştır. Bunların dışında yerli çabalarla oluşturulmuş Mecelle gibi bazı kanunlar da yürürlükte olmuştur. Batılı
devletler Mecelle’nin Muhtelit Mahkemelerde uygulanmasından rahatsız olmuşlar ve pek çok fırsatta bu rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Çalışmada Batılı devletlerin bu rahatsızlıklarını konu edinen resmi belge incelenmiştir.
Bu bağlamda çalışmada öncelikle Osmanlı Hukuku’nun ilgili dönemdeki genel bir manzarasına yer verilmiş; ardından ilgili belgenin özeti kısaca aktarılmıştır. Bunu takiben Karma Ticaret Mahkemelerinde Mecelle’nin uygulanması meselesine değinilmiş, daha sonra da çalışma konusu belgede değinilen bazı temel hukuki sorunlara temas
edilmiştir. Belgede Mecelle’nin günün sosyal ve ticari koşullarına uygun olmadığından yakınılmış ve Mecelle’nin
tadili tavsiye edilmiştir. Ancak belgede zikredilen somut normlar tahlil edildiğinde, bu eleştirilerin sağlam temellere
dayanmadığı görülmektedir. Ayrıca örfi hukuk vasıtası ile farklı hukuk anlayışları, toplumsal ve ticari hayatta yaşanan gelişmeler normatif hale getirilmiştir. Keza belgeye imza atan ülkelerin kendi iç hukuklarında da Mecelle’ye
paralel hükümlere sahip olması, tenkitlerin bilimsel olmadığını ortaya koymaktadır. Çalışma, Batılı devletlerin, hukukumuzun gelişmesi konusunda rasyonel olmadıklarını ortaya koymaktadır.
müessesedir. Şuhûdü’l hâle sadece kadının yargılama faaliyeti yaptığı sırada değil, yargılama faaliyeti dışındaki
vazifelerinde de rastlanılmaktadır. Belgelerin hukuki geçerliğini sağlatmada rol oynayan ve ispat vasıtası olan
Şuhûdü’l hâl, yargılamanın aleniliği, denetimi ve kadının tarafsız ve bağımsız şekilde karar vermesine de katkı
sağlamaktadır. Bu çalışma, konuyu hukuk tarihi perspektifi ile ele alması, Şuhûdü’l hâl üyelerinin Osmanlı
toplumsal yapısındaki statü ve mesleklerine odaklanması ile nispeten farklılık arz etmektedir. Çalışma belirli bir
yüzyıla ya da bölgeye odaklanmamış, ancak özellikle klasik dönem şer’iyye sicillerindeki verilerden yararlanmıştır.
Araştırma neticesinde varılan sonuçları şu şekilde ifade etmek mümkündür: Statü ve meslekler, yargı faaliyeti
gerçekleştirilirken Şuhûdü’l hâlin hazır bulundurulmasına ayrı bir anlam katmaktadır. Hem askerî hem de reaya
sınıfından kişilerin Şuhûdü’l hâlde yer alması, bu heyeti toplumun bir aynası konumuna sokmaktadır. Müderris,
müftü gibi kişilerin heyetteki varlıkları hukukun pratik ve teorik boyutunun bir arada olmasını sağlamıştır. Halk
arasında itibar gören ilmiye sınıfından kimselerin huzurunda karar verilmesi hükümlerin meşruiyet kazanmasında
etkili olmaktadır. Ehl-i örften sadrazam, beylerbeyi gibi görevlilerin heyetteki konumu, müessesenin önemini
ortaya koymaktadır. Reayaya dâhil olan üyeler incelendiğinde zimmilere, esnaf ve zanaatkârlara, meslek ustalarına
ve lonca teşkilatındaki kethüdalara, aynı mahkemede görülen diğer davaların taraf ve şahitlerine toplumun her
kademesinden halka, nadir de olsa kadınlara kadar oldukça çeşitlilik barındıran bir heyet olduğu görülmektedir. Bu
durum kararın toplum nazarında kabullenilmesinde önemli bir role sahiptir. Osmanlı tecrübesi, yargılamanın
aleniliğinin kural olarak mecburi tutulması ve hâkimi toplumun her kesiminden kişinin izlemesi ile verilecek
kararların toplum vicdanındaki adalet duygusunu pekiştirdiğini ortaya koymaktadır.
The study tried to reveal how the administration of the Armenians under Ottoman rule was formed in the 17th century. In doing so, the authorities and responsibilities of the patriachers based on the archive documents, especially the Qadi records, were analyzed at the center. The different forms of government, which the literature refers to as the “Millet system” and the “spiritual İltizam system”, have been examined in terms of the Armenians. The study focused on 17th century, where all the Armenians’ ethereal centers are dominated by the Ottoman State. It emphasized the Armenian patriachs’ relations with them and the Ottoman State. These point of views distinguishes the study from other written studies on this topic. These are the results of the study. In the aforementioned century, the presence of three patriachs, including Eçmiyazin, Jerusalem and Istanbul, was seen in the archival records. The geographical authority and the places where each of the patriachs are responsible are determined in detail in their own Berat, decision of the Sultan's assignment. The fact that the Armenian Church was multi-headed pre-Ottoman Ottoman rule also brought the continuation of many spiritual centres under Ottoman rule. The state wants to provide social legitimacy by not touching the situation prior to conquest as much as possible. Although the Ottoman administration tried to highlight the patriachs of Istanbul, it did not put it on top of other churches. There have been conflicts of authority As in the example of the distribution of Belesan oil among the patriachs , These disputes have been resolved by the Ottoman administration. In this way, it is seen that the state prevents the freedom of religion and conscience, even against the Armenians themselves. It is seen that the authorities and responsibilities of the Patriach are different from each other according to their own Berat. The patriachs used their authority under the auspices of the State. But this logrolling has also been the instrument of supervision of themselves. In this century, it has been difficult for the patriachs to maintain order within their jurisdiction and to ensure its authority. It is seen that they overcome these difficulties on the occasion of the Ottoman administration. The records indicate that in this century, Armenians were governed by “spiritual Iltizam systems”. However, The Ottoman Empire focused on the absence of problems among the Armenians themselves and the State, rather than the name and characteristics of the system. In doing so, they considered their own legal, political and financial conditions.
olan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile Malezya İslam Aile Hukuku (Federal Bölge)
Kanunu 1984’ü bütün olarak kıyaslamaktır. Çalışma ile İslam hukukunun dogmatik
yapısının ve içtihâdî özelliğinin anılan kanunlara yansımaları gözlemlenmiştir.
Daha önce böylesi bir kıyaslamanın yapılmaması, işbu çalışmayı nispeten
orijinal kılmaktadır. Çalışmada hem kanun hükümlerine hem de uygulamaya
yer verilmiştir. Varılan sonuçlar şu şekilde özetlenebilir: İki ülkeyi aile hukukunu
kodifiye etmeye iten ortak gerekçe ve tespitler olduğu gibi farklı nedenler
de söz konusudur. IFLA 1984, HAK’a nazaran toplumda daha iyi karşılık
görmüştür. Her iki kanun, devletin aile hukukunu kontrol edecek mekanizmaları,
İslam hukukunda bu yönde zorlayıcı bir hüküm olmamasına rağmen, sıkı ve
detaylı bir şekilde düzenlemiştir. İki kanun da anılan dönemde dört Sünni mezhebin
görüşlerine dayanmışlardır. HAK tecrübesi ve onun açmış olduğu ufkun
IFLA 1984’e faydası olduğu görülmektedir. Ailevi ilişkileri düzenleyen norm-lar, tek çatı altında, derli toplu, modern tarzda, dört Sunnî mezhepten istifade
edilerek, toplumda meydana gelen sosyo-ekonomik, kültürel değişimler göz
önünde bulundurularak net bir şekilde düzenlenmelidir.
The subject of the study is to compare Hukuk-ı Aile Kararnamesi and the
Malaysian Islamic Family Law (Federal Territory) Act 1984 which are the
product of “new jurisprudence and legislation” period of Islamic Legal History.
The study reveals the effects of dogmatic and jurisprudence characteristic of
Islamic law on these enactments. The fact that such a comparison has not been
made before makes this work relatively original. In the study, both the articles
of the enactments and the practices of them are given. The results obtained with
the study are as follows. There are common reasons and determinations that
lead the two countries to codify family law and also there are different reasons.
IFLA 1984, compared to the HAK, has received better response in the society.
Both enactments regulate the articles for the government to control family law
in a strict and detailed manner, although there is no mandatory provision in
Islamic law. The two laws were based on the views of four Sunni sects in the
period mentioned. The experience of HAK and its opening horizon seem to
benefit IFLA 1984. The norms regulating familial relations should be regulated
clearly, under one enactment, in modern style. Also these kinds of norms should
take into account the socio-economic and cultural changes taking place in the
community and use use of four Sunni jurisprudence.
In this study, a document that was written to the governor of the Mediterranean Algeria for execution of a decision adjudged by Meclis-i Vâlâin 1860 was assayed. The legal nature of the document is a summary of the judgment of the criminal court. The judgment has been come to the execution phase. Practitioners of the period made great efforts for adherence to the principle of legality when they were preceding a criminal case. This effort, in the country, contributes to the formation of infrastructure of the rule of law gradually. The judgment shows that the article 171 of the criminal code dated 1858 that was created for prevent from confusion that stemmed from the dual legal system was applied by lawyers in a sensitive manner. Accordingly, we see that the practitioners are in an endeavor to conduct the dual legal system in accord. With the analysis of the judgment, the need occurred for a deep study that covers Meclis-i Vâlâ and Meclis-i Tanzimat which emerged after Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye was divided into two in 1854 and the authorities, working principles and members of these new organs. Another result that the document brought forth is that Meclis-i Vâlâ made judgments as an inferior court on a crime committed in provinces. Likewise , it is seen that Meclis-i Vâlâ takes the place of Meclis-i Tahkikat with the judgment. The judgment also shows that Muslims and non-Muslims are equalized in appeal.
Penal servitude on the galleys (kürek), easily can be found in Official Registers (Mühimme Defterleri), is a kind of discretionary, corrective (ta’zîr) punishment.Under this study it is asserted that this punishment is also a featured imprisonment (hapis).Penal servitude on the galleys was imposed in principle as a substantive penal (asli ceza) and rarely as a complementary (tekmilî) and substitute (bedelî) one. This punishment was both a corporal penalty and restrictive of freedom.Aforementioned punishment was more severe than most of others. Even it was the most severe one, with the exception of death penalty.In principle, this punishment was legal and applied to everyone regardless of the religion and administrative function with the exception of women and slaves. In old Ottoman, persons were sentenced to penal servitude on the galleys in accordance with the principle of individual responsibility. On the other hand some decrees show that personal surety (kefil) could be sent to a galley instead of the convict when the guilty could not have been arrested.Kürek punishment was carried out in accordance with the utilitarian theory. The second aim of this punishment was to warn the others. Due to the severity level of this penalty, it was sentenced by only the order of Sultan (Padishah) (emr-i şerîf) or Imperial Divan (Divân-ı Hümayûn). Padishah was the only one with the authority to release the convict.The attained experience from the kürek punishment in Old Ottoman was that the governments could force the convicts to work in a public service.
It is accepted that abortion is the third type of murder offences (qisas and diyat offences). The punishments of offences against life and bodily integrity exist in the basic resources of Islamic-Ottoman Law. The most important property of these offences is victims and/or successors have right to forgive. The effect of an assault and or battery on abortion is the definition of abortion crime. This situation was written “ilkâ-i cenin” in the Qadı Records. All the Islamic – Ottoman lawyers agree with the punishment for the offence is 500 drachmae silver or equal to this diyat (fine). On the other it is asserted that as a unproductive period in 17th century Medressehs went wrong and there were not qualified officer in Ottoman This study examines whether aforementioned theoretical information was carried out in 17th century Istanbul practice. After specifying the framework of the offence, this study focuses on some important 17th century Istanbul Qadı Records that give significant data about the offence. This study examines only abortion crime in 17th century Istanbul. Researches show us the following conclusions: there were not so many Qadı records about the offence. Lack of the offence in Qadı Records can be explained as follow. The conflict about the offence could be solved without appearing before Qadı, by the way of muslihun. As doctrine mentions, Qadı Records show victims and/or successors forgive the perpetrator. However, it is understood from the Qadı Records that agreement (sulh) was the other way of solving the problem. Qadı records mentioned müstebîn’ûl-hılka in all the abortion cases. This detail shows us that official madhab theory in Ottoman State could be seen in the real life. Dhimmis and public servants could be both victim and perpetrator. Fathers had right to intervene as the principal person. No sooner had the perpetrator committed the offence than victims and or successors bring a lawsuit. Conflicts could be solved before mediators (Muslihuns). Records underline the details of the offence and existence of organs of embryos. It can be understood from Qadı records that Qadı had been taught well and practice the judicial process in the correct way.
ı gazete haberi), latinize ve talılil edilmiştir. Günümüz akademik yazım ilkelerine uygun
yazılmayan eserlerde geniş bir literatür taraması yapıldığı anlaşılmaktadır. Çalışma ile
ortaya çıkan bir takım tespitler şunlardır: Tanzimat Döneminde adam öldürme suçlarında
bazı mirasçılar, şer'iye mahkemesinde kısas davası açmalarına rağmen bu davalarını
takip etmemişlerdir. Bu ise Nizamiye mahkemelerinde verilen idam cezalarının
askıda kalmasına neden olmuştur. Zira idam cezasının infaz edilebilmesi için her iki
mahkemenin de bu yönde karar vermesi gerekmektedir. Bu sorunun çözümü için dönemin
hukukçuları tarafından temyiz merciinin içtihat değiştirmesi yeterli görülmüştür.
Kaynaklar, ülkede mevcut olan düalist hukuk sisteminin, cezalarının tespiti ve infazı
açısından büyük sorunlara neden olduğunu, ancak dönemin hukukçularının da bu sorunlara
çözüm üretme hususunda gayret sarf ettiklerini göstermektedir. İdam cezasının
infazı sırasında geniş bir yargı, kolluk ve belediye personelinin hazır olduğu bu çalışma
ile ortaya konmuştur.
Some Documents About Death Penalty from Tanzimat Period and Their LegalAnalysis
Three documents about death penalty from Tanzimat era have been latinised, and analysed
in this study. It is understood that a wide range ofliterature was researched among
the works that are not compatible with the principle oftoday's academic writing. Some
results ofthis research are these: In the erime ofkilling aman during Tanzimat reform
era, devisees open a retaliation case in Şer'iye court. However, some inheritor did not
follow the cases. This causes the suspension of the death penalties in Nizamiye courts.
Because both Şer'iye court's verdict and Nizmiye court's verdict is necessaryto execute
a death penalty. Lawyers ofthat period assert that this problem could be solved if appellate
authorities change the judicial opinion. Documents indicate that dualist legal
system ofthe country have caused a major problem forthe identification and executionofpunishment, jurists tryto solve these problems. This study demonstrated that a wide
jurisdiction, law enforcement, and municipal stafftook place during the execution of
the death penalty.
reform era were transformed to the Latin alphabet. These articles are about
Yıldırım Bayezid, 4th padishah of the Ottoman State. Based on these articles,
presents information regarding State organizations of the early Ottoman era.
The conclusions of this study demonstrate that: Ottoman researchers should
pay attention to epigraphy sources; Coins are both the symbol of sovereignty
of the state and tool of tax collection and the paying of salary. Analyzed coins
had the characteristics of middle age period of beyliks (principalities) coins.
Yıldırım Bayezid coined four times, and in 792, the year of hegira, was written
upon all of them. This means above-mentioned date is the enthronement
date. Writing the enthronement date upon coins became a tradition after
Yıldırım Bayezid. Yıldırım Bayezid also started the tradition of Tecdid-i Sikke.
Tecdid-i Sikke means that Padishah forbid the currency of former Padishahs
coins, allowed the currency of only his coins. Preferring only writing, date
and prayer upon coins, shows us that Padishah tried to behave accordingly
to Islam. Enthronement ceremony was also carried out for Yıldırım Bayezid.
Rayah, Ottoman citizens, could easily complain their problems to Padishah. It
has been found that Qadı, Judges, were in financial difficulty. Padishah could
also judged and punished ulema, Muslim theologians, scholars and lawyers.
Keyword: khamr, drinking alcohol, hadd punishment, ta'zir punishment, drunkennes
Introduction
There are three research questions of this edict. One of them is what kind of offence was drinking alcohol in accordance with practice. Was it a kind of ta'zir or
hadd punishmet? The other research question is whether or not drinking alcohol was an offence in Ottoman for all the citizen. Was there any exception? The last research question of this edict is which punishments were executed for this offence. The aim of this edict is to find the answers of these questions. In this edict Old Ottoman is investigated, especially the 16th and 17th century. The orginality of this
edict is to be examined the subject under a history of law lecturer's eyes first. This is the first time that a history of law lecturer examined the offence of drinking alcohol in old Ottoman.
Literature Review
Drinking alcohol (khamr) is forbidden in the Quran the first resource of Islamic law. However, the punishment of this offence is not determined in the Quran. Prophet
Muhammed (s.a.a.w) had executed various of punishments for this offence. Acoordingly different punishments were executed in four khalifas' period. Therefore
Islamic doctrine discuss whether this offence is a kind of hadd or ta'zir punishment.
In 2012, Yazıcı, a history lecturer, wrote an article about this offence in old Ottoman. However he ignored the existence of this discussion. Contemporarily Islamic doctrine study about the offence of drinking alcohol with writing thesis and
articles. Yet they did not consider the practice of Ottoman unfortunately. For instance Yıldırım claims that the offence of drinking alcohol is a kind of ta'zir punishment. As a justification, he presents that there is not a punishmet of this offence in the Quran and there are various practices of Prophet Muhammed
This edict Is supported by Yıldırım Beyazıt University, Office of Scientific Research Project.
Bu bildiri, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Bilimsel Araştırmalar Projesi Ofisi tarafından desteklenmiştir.
203
KIUNÇ
(s.a.a.w) about this offence. However he did not mention Ottoman law and
practice. Ottoman law practice can be understood by examining Kadı Sicilleri, court
records. It is seen that the offence of drinking alcohol was accepted as both hadd
and ta'zir punishment in Kadı Sicilleri. According to the hypothesis of this edict, if
the punishment of this offence were a kind of ta'zir, the notion of hadd could not be
written in Kadı Sicilleri. Therefore it should be accepted that the offence of drinking
alcohol is a kind of hadd punishment.
Methods
First of all, the Ouran, the first resource of Islamic law, the Sunnah, the second
resource of Islamic law is reviewed in this edict. Afterwards works of Islamic
doctrine, especially the Hanafi school's works, for example Kltabul Harac by Ebu
Yusuf are analyzed. And also, Kanunnames are the resources of this edict since
Kanunnames are the Ottoman law norms. In order to understand the practice of
Ottoman law, Kadı Sicilleri, especially belonging to Istanbul in 16th and 17th
century, are considered. Based on the concrete records, a general result is
achieved. Therefore the method of this edict is evaluated as inductive method.
Findings and Conclusion
There are two kinds of the offence of drinking alcohol according to Hanefi school.
One of them is drinking khamr. The other one is to be drunk by drinking alcohol
except khamr. These two kinds of this offence are seen in Kadı Sicilleri. This shows
that the offence of drinking alcohol is a kind of hadd punishment. The perpetrator
of this offence can be women, men and askeri that is kind public servant, who are
Muslims. However zimmi, non-Muslim citizen in Ottoman are allowed to drink
alcohol. Hadd, ta'zir, exile, imprisonmet, teşhir (public humiliation) are executed for
this offence under Ottoman practice.
İran İslam Cumhuriyeti devleti, batılı anlamdaki devlet sistemlerinden farklılık
arz etmektedir. Zira bu devlet İslam hukuku prensiplerine ve hatta bu hukukun Caferi
ekolünün anlayışına göre kurulmuştur. Şia inancındaki imamet doktrini, Anayasayla
çok geniş yetkilere sahip olan Rehber kurumuna tekabül etmektedir ve yasama
yürütme ve yargı alanlarında ülkedeki en yetkili kişi Rehberdir. Sistemin yine kendi
içerisinde var olan şura prensibi gereğince, ülkede söz sahibi olan birçok kurum
buna Rehber de dâhil olmak üzere halk tarafından ya da halkın seçtiği temsilciler
tarafından seçilmektedir. Neticede devletin, kendine has özellikleri olan bir hukuk
sistemi çerçevesinde kurulduğunu ve işlediğini ifade edebiliriz.
ABSTRACT
The Islamic Republic of Iran State has a different system from the states in
Europe. Because this state is founded on Caferi ecole that is a cult in Islamic law. The
“imam” in the shi’a cult corresponds to “Supreme Leader” in Iran Constitution who
has broad authority over legislation, enforcement and judiciary. So supreme leader is
the most authorized person in Iran. Accordingly to “shura” principle in Islamic law,
most of the authories in Iran are elected by the people. In conclusion Iran has specifi c
constitional law system.
olmayıp, rüşvet fiilinin Türk hukuk tarihindeki serüveni üzerinde
durulmaktadır. Başta şer‘iye sicilleri olmak üzere, arşiv belgelerine
dayanılarak rüşvet fiillinin Osmanlı kamu yönetimi içerisine girişi,
Osmanlı öğretisince yorumlanması ve rüşvete karşı devletin almaya
çalıştığı tedbirler işlenmektedir. Yeni belgelerin ve kadı sicillerindeki
hükümlerin kullanılması ve yorumlanması çalışmayı daha evvel yapılan
çalışmalardan ayrıştırmaktadır. Şuana kadar yapılan araştırmalar
neticesinde varılan sonuçlar şu şekildedir: Hanefi hukuk litertaründe
geniş ve dar manada ele alınan rüşvet fiilinin, ceza hukukunun konusu
olabilmesi için kamu görevlisi sayılan bir kimsenin, vazifesini kanuna
aykırı şekilde bir menfaat karşılığında yapması ya da yapmaması
gerekmektedir. Osmanlı hukukunda bu fiil için “rüşvet” kavramı
kullandığı gibi “irtişa” terimi de tercih edilebilmiştir. Mezkûr fiilin, suç
kategorileri açısından bakıldığında tazir tasnifinin içerinde yer aldığı
rahatlıkla söylenebilir. Bu fiil, Had ve Kısas kapsamında yer almayan ve
cezayı belirleme hakkı -sınırlı yasama yetkisi kapsamında- hükümdara
ve -onun vekili sıfatıyla- kadıya bırakılan bir eylem olması hasebiyle
anılan kategori içerisinde yer almaktadır. Fiilin, tazir kategorisinde
yer alması, suçun kanunilik ilkesine de yansımaktadır diyebiliriz. Zira
devletin ilk dönem kanunnamelerinde dolaylı şekilde yer alan bu fiil, 17.
Yüzyıl siyasetnameleri, adaletnamaelerin de açıkça zikredilmektedir.
1838 seneli Tarik-i İlmiye’ye Dair Ceza Kanunnamesinde suça net
olarak yer verilmişken, 1840 seneli Ceza Kanunnamesi’nde iki madde
suçla ilgilidir. 1851 ve 1858 ceza kanunnamelerinde ise daha detaylı
hükümler ve hatta fasıl mevcuttur. Rüşvet suçunun maddi konusunun
menfaat oluğu nettir: Klasik dönemde, bir “cariye” yada “yağ” rüşvet
olarak verilebilmiştir. Osmanlı Devleti’nde kethüdaların, patriklerin,
müstemenlerin, yiğitbaşlarının, naiplerin hatta kazaskerlerin bu suçun
faili olabildikleri gözlemlenmektedir. Tanzimat dönemi ile suçun failinin “askerî” kesimden kimseler olması gerektiği yönünde bir gelişme ortaya
konmuş olup, “geniş rüşvet” tanımından “dar rüşvet” anlayışına geçiş
sağlanmıştır denilebilir. Suçun tekemmül etmesi için özel bir kastın
arandığı sicillere “bir husûs için bi tarîki’r-rüşvet” veya “beynimizde
ma‘lûm bir husûsun temşiyeti için” şeklinde yansımıştır. Suçun hukuka
uygunluk nedeni, hem klasik hem de Tanzimat sonrası dönemde,
kendine ait bir hakkı elde etmenin yahut bir zulmü def’ etmenin ancak
rüşvet vermek suretiyle mümkün olduğu bir durumda karşımıza
çıkmaktadır. Nitekim bu husus 1838 tarihli Ceza Kanunnamesinde
açıkça belirtilmiştir. Suçun tazir kategorisinde yer alması, müeyyidesine
de yansımıştır: Bu bağlamda azilden sürgüne, tenzil-i rütbeden idama
kadar geniş bir yaptırım yelpazesinin mevcudiyeti dikkat çekmektedir.
Netice itibariyle rüşvet suçunun oluşmaması veya ortadan kalkmasında
ülke ekonomisinin bozuk olmaması ve kamu personel yönetim sisteminin
düzenli olması çok büyük önem arz etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı Hukuku, Örfi Hukuk, Şer ‘i Hukuk, Divan-ı Hümayun
işlerinin birbirinden ayrılması, ikinci unsur devlette egem enliğin kaynağının İlahî olm ayıp insan unsuru olmasıdır.
Son olarak da vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerine sahip olmasıdır. Osm anlı hukuk sistemi, şeri hukuk ve
örfi hukuktan oluşmaktadır. Osm anlı Devletinde bir yanda Kur'an, sünnet, icma ve kıyas olm ak üzere dört ana
kaynaktan ve birtakım tali kaynaklardan oluşan İslam hukuku uygulanm akta iken diğer taraftan padişahın
iradesi ile ortaya konan, kanunnameler, ferm anlar şeklinde tezahür eden örfi hukuk merîdir. Laiklik ilkesinin
unsurlarını Osm anlı hukuk uygulam ası açısından değerlendirdiğim izde şu tespitleri yapabiliriz. Örfi hukuk
düzenlemelerinin insan aklına dayanm asını laikliğin "a k lilik unsuruyla bağdaştırabiliriz. Osm anlı idarecileri
de şeri hukukun m üsaade ettiği alanlarda ve İslam hukukçuları arasında tartışmalı olan konularda hüküm ler
koym aktan çekinmemişlerdir. Hatta koydukları norm ların İslam hukukuna aykırılığı, hem norm un yürürlükte
olduğu dönem de tartışılmış hem de günüm üzde tartışılmaktadır. Kanaatimizce Osm anlı idarecileri, laiklik
ilkesinde de yer alan egemenlikteki "insan unsuru" faktörünü pragm atik açıdan ele almış ve düzenlemeleri
m üm kün olduğunca devlet lehine koymaya gayret etmişlerdir. Laikliğin diğer unsuru olan din ve vicdan
hürriyeti açısından Osm anlı Devleti'ne baktığım ızda gerek zim m i gerekse M üslüm an tebaa açısından birtakım
sınırlamaların getirildiğini ifade etm ek gerekir.
olarak Mecelle de zamanın geçmiş olmasını bir takım hukuki sonuçlara
bağlamıştır. Mecelle’nin 16 maddeden oluşan 14’üncü kitabının 2’inci
bölümü zamanaşımı hakkındadır. Mecelle’deki bu hükümler bize
zamanaşımının hak kazandırma fonksiyonuna sahip olmadığını, sadece
hakkın geri alınmasına engel olduğunu göstermektedir. Bu durumda davalı,
belirli bir usulde davacının hak sahibi olduğunu ikrar ederse, ‘zaman’ hukuki
bir sonuç doğurmayacaktır. Uygulamada dönemin idarecilerini meşgul eden
mesele, hazinenin alacağının zamanaşımına tabi olup olamayacağı konusu
olmuştur. Mecelle cemiyetinin bir nevi geçiş hükmü niteliğinde olan, ‘dava
kitabı’nın yürürlüğe girmesinden sonra hazinenin alacaklı olduğu davalarda
zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerektiği yönündeki görüşü ve bu
görüşün gereğinin yapılması ve ortaya çıkabilecek zarardan memurların
sorumlu tutulması gerektiği yönündeki irâde-i seniyye, Mecelle’deki
zamanaşımı hükümlerinin birçok kurum tarafından yorumlanmasına neden
olmuştur. Mecelle’nin 1660’ıncı maddesi alacak davalarının 15 seneden sonra
görülmeyeceğini hükme bağlamışken; 1675’inci maddesi kamu yararına ait
yerlerin davasında zamanaşımının geçerli olmadığını düzenlemiştir. Dönemin
Maliye Bakanlığı hukuk müşavirliği, hazinenin alacaklı olduğu davalarda
1675’inci maddenin uygulanabileceğini, bunun için Padişah iradesinin yeterli
olduğunu düşünmüş iken; Şûrâ-yı Devlet, bu alacakların da 1660’ıncı
maddeye tabi olduğunu aksi halde hazinenin borçlu olduğu davalarda da
zamanaşımının kalkabileceğini keza ‘medeni’ devletlerin de bu minvalde
uygulaması olduğu şeklinde yorum yapmıştır. Şeyhülislam’ın devletin
uğradığı zararı sorumlu memura rücu etmeninin maslahata uygun olduğu
görüşü, Şûrâ-yı Devlet tarafından da kabul görse de Bâb-ı âlî zararı memurlara
aksettirmemenin gayreti içinde yer almıştır. Çalışma ile Osmanlı idareci ve
hukukçularının, araştırma konusu vaka ile ilgili olarak Mecelle hükümlerinevakıf oldukları; Padişah’ın görüşünün aksine kararlar alınabildiği sonucuna
varılmıştır. Ayrıca Mecelle’nin zamanaşımı hususunda hukuk birliği
sağladığı ancak geçiş döneminin nispeten sancılı olduğu görülmektedir. Bu
çalışma, bir kez daha hukuk kuralın ideal ve veya ideale yakın olmasının,
hukuk sisteminin mükemmel işleyeceği garantisini veremeyeceğini ortaya
koymaktadır. Zira normlar uygularcılarıyla şekil almaktadır. Keza, mevzuat
değişikliği yapılması halinde geçiş dönemlerinde kuralı uygulayacak
personele eğitimin verilmesi ve geçiş hükümlerinin net olması gerektiği
çalışma ile bir kez daha ortaya konmuştur. Arşiv belgelerine dayanılarak
hazırlanan bu tebliğ, Mecelle hükümlerinin Osmanlı idarecileri ve kurumları
tarafından nasıl yorumlandığı ve ortaya çıkan sorunları nasıl çözümlediğini
göstermesi açısından farklılık arz etmektedir